Türkiye’deki doğurganlık hızı ve hane halkı büyüklüğü düşüyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre bir kadının doğurabileceği ortalama çocuk sayısı 2001 yılında 2,38 çocuk iken; 2022 yılında 1,62 çocuk olarak gerçekleşti. Bu oran, doğurganlığın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2,10'un altında kaldığını gösteriyor. Ayrıca yalnız yaşayan tek kişilik hane halklarının da son zamanlarda arttığı görüldü. Konuyla ilgili Konya Ticaret Odası (KTO) Karatay Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü akademisyenlerinden Doç. Dr. Hatice Budak, doğum oranını etkileyen faktörlerden bahsetti. Günümüzde çocuğa yüklenen anlamın da değiştiğini bildiren Budak, bu konuda çözümün yalnızca maddi olarak düşünülmemesi gerektiğini söyledi.
EVLİLİK YAŞI YÜKSELDİKÇE ÇOCUK SAYISI AZALIYOR!
Doğum oranlarının Türkiye bazındaki düşüşüne dikkat çeken Budak, TÜİK’in açıklamış olduğu rakamlara göre 2022 yılında doğan çocuk sayısının nüfus yenilenme düzeyinin aşağısında kaldığının altını çizdi. Evlilikte yaşanan gecikmelere bağlı olarak doğum sayısının da doğru orantılı olarak azaldığına dikkat çeken Budak, doğum oranlarındaki azalmanın sosyolojik nedenleri hakkında bilgi verdi. Budak, “Türkiye’nin sosyal dokusuna baktığımızda ailenin oluşabilmesi için evliliğin ön koşul olma gerekliliğini yaşatan bir toplum olma özelliğimizi hâlâ koruduğumuzu görüyoruz. Bu nedenle doğum oranındaki azalmayı açıklayabilmemiz için öncelikle evlilik düzeyine bakmamız gerekir. TÜİK’in 2022 yılı verilerine göre Türkiye’de evlilik yaşı yükseldi. Erkeklerde evlenme yaşı 28.2’ye; kadınlarda 25.6’ya çıktı. Evlendikten hemen sonra bir çocuk planı yoksa bu yaş daha da ileri düzeyde oluyor. Yani evlilik yaşının yükselmesi, doğurganlık oranını da doğrudan etkiliyor. 2022 yılı itibarıyla ilk annelik yaşına baktığımızda ortalama yaşın 29,2’ye yükseldiğini görüyoruz. Aynı zamanda ilerleyen yaşlarda devreye giren fizyolojik faktörlerde doğurganlık üzerinde olumsuz etkilere dolayısıyla çocuk sahibi olma oranında azalmaya neden oluyor.” diye konuştu.
‘KARİYER, ÇOCUĞA TERCİH EDİLİYOR’
İstihdam için lisans, lisansüstü eğitime yönelmenin evlilik yaşının yükselmesini ve buna bağlı olarak doğum sayısını etkilediğini ifade eden Budak, evlilikten sonra düşünülen kariyer planının da çiftleri kariyer ile çocuk arasında bir seçim yapma durumunda bıraktığına dikkat çekti. Budak, günümüz dünyasının bir gerekliliği olarak bireylerin her yaşta kendini geliştirdiğini söyleyerek, “Kadınların iş dünyasına girmesi, iş dünyasını olumlu yönde etkilerken, aile birey sayısı bu durumdan olumsuz yönde etkilenebiliyor. Çoğu çift, evlilik sonrasında da kariyer planlamasını sürdürüyor. Bu yüzden ilk çocuğu yapma planı öteleniyor ya da 2 ve 3’üncü çocuk konusunda endişe duyuluyor. Kariyer ve çocuk arasındaki tercihlerde, daha rahat bir yaşam göz önünde bulundurulduğunda ‘kariyer’ çoğu zaman galip gelebiliyor.” ifadelerini kullandı.
KONFORMİZM, ÇOCUK DÜŞÜNCESİNİ ERTELEYEBİLİYOR!
Ben merkezli düşünce yapısının da çocuğu ikinci plana attığını ifade eden Budak, Avrupa’daki kadar olmasa da Türkiye’de de bu yaşam biçiminin arttığına dikkat çekti. Budak, bireyciliğin aile yapısında ön plana çıktığını şu ifadelerle dile getirdi: “Artık çoğunluk ‘öncelikle benim hayatım’ diyor ve konformist yaşam biçimi öne çıkıyor. Bu yaşam çerçevesinde bundan önceki kuşaklarda işitmediğimiz bir cümleye de tanık oluyoruz ve çocuk, ayak bağı olarak görülebiliyor. Çocuğu dünyaya getirmek, uzun süre bakımını üstlenmek, ebeveynlerin hedeflerini veya arzularını ertelemesi ya da daha fazla performans sergileyerek gerçekleştirmesi anlamına geliyor ve evli çiftler bu düşüncenin etkisiyle çocuk sayısını çoğaltmak istemeyebiliyorlar. Ayrıca bazı kadınların hissettiği doğumla birlikte bedende oluşabilecek deformasyon korkusu da doğum oranlarında etkili olabiliyor.” şeklinde konuştu.
‘ÇOCUĞA YÜKLENEN ANLAM DEĞİŞİYOR’
Budak, doğum oranlarındaki bölgesel farklılıkların nedenlerini de şöyle değerlendirdi. Bölgelere göre çocuğa yüklenen anlamın da farklı olduğunu belirten Budak, “Doğum oranının az olduğu bölgelerde ‘1 ya da 2 çocuğum olsun ancak donanımlı, kendini geliştirmiş bireyler olsun’ düşüncesiyle bakılıyor ve çocuğun mali bir külfeti ortaya çıkıyor. İnsanlar hem kendileri için hem de çocukları için daha iyisini istiyor. Bunun yanı sıra Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde çok çocuk sayısı, aile için statü işlevi görüyor. Bu bölgelerde üretim faaliyetlerinin tarım ve hayvancılığa dayalı olması nedeniyle çocuk ailenin işgücü kaynağına ekleniyor, bir yaştan sonra çocuk işlere yardım ediyor yani çocuk demek, çalışan demek. Bu sebeple bölgesel olarak çocuğa yüklenen anlam farklılıkları ortaya çıkıyor.” dedi.
‘SAĞLANAN KOLAYLIK, DİĞER ÇOCUĞU TEŞVİK EDEBİLİR’
Doğum oranındaki düşüşle ilgili politikalar üretilmesi gerektiğini vurgulayan Budak, bu konuda yapılabilecek politikalar önerdi. Çocuk başı verilen doğum yardımı ödemelerinde iyileştirilmeye gidebileceğini bildiren Budak, bu kapsamdaki diğer politikaları şu sözlerle ifade etti: “İktisadi gelişim için kadın işgücünden faydalanmak önemli ama çalışan kadın aynı zamanda anne. Çalışan kadınlar için özellikle doğum sonrasında öngörülen ücretli izin sürelerinde bir artış sağlanabilir. İşyerlerine kreş zorunluluğu gibi bir adım atılabilirse çalışan anneler çocuklarına bakım verme, ilgilenme noktasında içleri daha rahat edecek ve iş dünyasından kopmamış olacaklar. Bu anlamda kendini daha iyi hisseden anne ikinci, üçüncü çocuğu yapma konusunda daha rahat karar verebilir.”
‘DEĞER DÖNÜŞÜMÜNE İHTİYACIMIZ VAR’
Çocuk teşviki konusunda maddi desteklerin yeterli gelmeyebileceğine değinen Budak, manevi olarak da bilinçlenmenin gerekliliğine vurgu yaptı. Gelişmiş ülkelerde doğum teşvikiyle ilgili ciddi meblağlarda maddi destek sağlandığı halde istenilen oranlara ulaşılamadığını anımsatan Budak, “Yurt dışında verilen desteklere rağmen doğum oranların artmaması bize gösteriyor ki, çocuk sayısını artırmak istemeyen bireyler için maddi imkânlar fikir değişikliği oluşturmayabilir. Bu yüzden bireyci değerlerin daha revaçta olduğu günümüzde, manevi değerler öne çıkarılmalı. İçinde yaşadığımız toplumun bir üyesi olarak toplumun ihtiyaç duyduğu neslin devamlılığını sağlama sorumluluğumuzu üstlenmemiz ve yerine getirmemiz gerekiyor. Bu bilinci ve ailenin önemini aşılayacak bir değer dönüşümüne ihtiyacımız var.” diye konuştu.
HACER CEYLAN