Yazmanın her vakit söylemekten daha varlıklı olduğu muhakkaktır. Hatta saraylıdır yazmak. Asilzadedir. Bu yüzdendir ki yazma eyleminin naz ettiği her nesneye bile ayrı bir kıymet yüklenir. Kaleme, parşömende, hokkaya, mürekkebe ölçüsüz kıymet verilmiştir şimdilerde değilse de vaktiyle. Yazmak sadece yazılmış olmakla kalmamış hat olmuştur zamanla, hüsn-i hat olmuştur. Bu da eksik kalmış olacak ki yazının güzelliğine güzellik katmak için tezhibi bulmuştur insanoğlu. Tüm bunlar yazmaya, yazılmış olana verilen kıymetten ileri gelmektedir. Fakat yazmak da bir fiil nihayetinde, yaratmak kadar cüretkâr olmadığı muhakkak ve geçmiş kadar kadim değildir elbet. İnsanoğlu ne arar bu âlemde? Yakup Peygamber kaybolan Yusuf’unu aradı yıllarca. Oysa Züleyha’nın da aradığı yine Yusuf’tu. Kimi hakikati, kimi sırrı aradı. Kimi varlığı, kimi yokluğu, kimi ise kim olduğunu aradı. Aramaya başladığı ilk haliyle son hali arasına bir ömür bıraktı insanoğlu. Kimi aradığını buldu. Heyhat, kimi bulamadan gitti de ömrünü aradığını bulmaya feda ettiğiyle kaldı.   Bu yazıyı, yazmaya ve aramaya bağışladım. Ben ki ne aradığını bulabilmiş ne de hissettiklerini yazabilmiş bir muharririm. Dahası buldum zannettiğini kaybetmiş olmanın hüznü yatar içimde. Değil mi ki her insanın içinde bir bezm-i âlem durur. Mahkemeler kurulur, kimi davalı kimi davacı olur yüreğiyle. Kimi alacaklı olur kendisinden, kimi borçlu çıkar kendisine. Benden içre bir ücralığın dilinden anlar şimdi gönlüm. 

Derdim bu dünya telaşına çare bulmak bir an önce. Oysaki hesaplar ne cebirle çözülür ne ebcetle. Yollar ne gitmekle tükenir ne söylemekle. Gördüğüm menzil, yürüdüğüm yoldan daha yakındır benim. Bunca yorgunluğun sebebi ayaklarımın altında, yüreğimin üstündedir. Öyleyse hangi uzaklar daha uzaktır bana benden? Bir selâmlık da olsa hangi evlere kapılar açılır yüreğimden, hangi yolların tarifi yazılı ezberimde. Gideceğimden değil. Asla gidemeyecek olduğumun bilincindeyim. Hiç ama hiç gidemeyeceğim yerleredir yazdıklarım. Hiç gidemeyecek olduğum kimselere…Dedim ya dünya telaşıdır bunca yorgunluğa sebep, bütün can sıkıntımı kâğıtlara yazıp Hıdırellez’de bir gül ağacının dalına asasım var…  Yahut kuşkonmaz toprağına hediye edesim… Ben küçükken ve henüz annemden babamdan ayrılmamışken böyle sürüyordu işler. Gam dediğin neydi ki o zamanlar. Uçurtmam uçana kadar, kuşlar göçene kadar. Saksıdaki çuha çiçeği açtığında, zeytinler kararıp yere düştüğünde, kaybolan kuzu geri döndüğünde-kara gün kararıp durmaz ya- işte o vakit aydınlanırdı her yer.  Bu yazı o vakitlere yolcu olsun şimdi. Yazmaya ve aramaya; yollara ve ağlamaya, çocukluğuma, gül ağacına, kuşkonmaza, çuha çiçeğine…