“Bir kez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil” der Yunus Emre Hazretleri ve başka bir kıymetli satırında ekler ki “En büyük ibadet sevebilmektir.”  Sevmekten murat kıymeti kıyamete kadar sürmeyecek olan nesneleri ya da kimseleri sevmek olmamalı. Mevlanâ hazretlerinin ise kalp kırmanın Kâbe’yi alt üst etmekten daha kötü olduğunu söylerkenki dayanağı, Kâbe’yi yapanın bir âdemoğlu iken gönlü yaratanın Allah olmasıdır. Bedenin pek çok yükü kaldırmaya mecali varken gönlün her sözü kaldıramayacağı da onun dilinden bir başka misaldir. 

Binlerce beyit, söz ya da nesir bu konunun hacmiyle şekillenmiş oysaki anlatmaya yetmemiştir. Kelimeler cümlelere dönüşmekle tükenmez ya, mânâyı tam anlamıyla anlatmak kulun harcı değildir. Bu dünyanın seyri sadece bir pencerelik, bir kez bakıp gidene kadar sevmeyi anlatmak bitirilecek iş değildir. Ömründen sonraya bir eser bırakanlar müstesna… Onlar bitirmese de tamam etmeye en çok yaklaşmış olanlardır. Eser dedimse sayfalarca külliyatı karınca izi sananlar, mermere bir çekiç vuramayanlar, taşı taş üstüne koyamayanlar da bu zümreye dâhildir. Öyle ki meyve bile beklemeden bir ağaç dikmiş, bir canı kurtarmış, bir hayvana su içirmiş kişinin bu sözün başköşesinde yeri vardır. Kafese hapsettiği kuş öldü diye üzülenler, bir çiçek yeşermedi diye güneş ile sudan hesap sormayanlar, bir bebeğe bakarken sebepsiz yere gözleri dolanlar ise sevmeyi anlatmaya hiç başlamasa da herkesten çok anlamış olanlardır.

Bunca girizgâh, bir hikâyeyi anlatmak için yeterli olmalı.

İçimde bir mesele var, kırk düğüm, kırkının da hükmü kördüğüm, üstelik ne olduğunu henüz benim de bilmediğim bir mesele. Günlerden birinde Mevlana hazretlerinin bahçesinde daha evvelden hiçbir yerde görmediğim türde bir güle rastladım. Dalında üç gonca, üçünün de rengi yanaklarımdan hallice… Bir kış vakti Mevlana hazretlerine altı heybetli zat tarafından taa Serendip’ten getirildiği söylenen bir demet gülün âhir zamanı olmalı. Rengi ile kokusu, toprak ile yağmurda muhafaza edilmiş, yedi asırdan fazladır kimileri dalından goncalar almış, kimileri dibine sular damlatmış, kimileri yanından geçerken dönüp de bir kez bile bakmamış… Gül ağacı hiç kimseye aldırmadan asırları aşmış, Mevlana hazretlerinin huzur makamından bir adım bile uzaklaşmamış… Üzerine belki bir haçlı askeri basıp geçmiş, bir Moğol kansızı yapraklarını ateşe vermiş, iki Türk alpı yanı başında güreş tutmuş... Serendip muhaciri gül ağacı ayaklarını arza, gözlerini arşa dikip istifini bile bozmamış. 

Değil mi ki lâ ile illâ arasında bir nefeslik mesafe var. O halde bu söylediklerim neden olamaz olsun ki.

Gül ağacının üç gülünü dokunmaya bile kıyamazken koparacak değildim. Oysa kalbimle derip üç güzele hediye ettim. İlki Kira Hatun’a, ikincisi Kimya Hatun’a, üçüncüsü Melike Hatun’a. Ah ne olurdu bu dergâhta ömürleri gelip geçmiş olan bu kadınları bir kez olsun görebilseydim. Mevlana hazretlerini sözlerinden ve tasvirlerden değil, onların dilinden dinleseydim. Kira Hatun, gül yüzlü Melike’yi dünyaya getirirken bir elinden de ben tutsaydım. Diğer elini tutan Kimya’nın endişeli gözlerine bakıp “Korkma” deseydim. Üçünüzün de adı asırlar sonra anılacak. Taşın bedeninden suyun tenine kadar her yerde bu üç kadının hikâyesi yazılacak. Kapalı kapılar ardında olanlar, kıyamete değin gizli saklı, oysaki kalplerinin güzelliği garbı, şarkı, şimali ve cenubu boydan boya kapladı. Her duyan inandı. Kimse yanlışlığına ihtimal bile vermedi. Adları, eşleri ya da evlatları oldukları kimseler kadar ünlenmese de onları kimse unutmadı.

Kira Hatun, Mevlana hazretlerine kıştan sonra gelmiş bir bahar, dergâhta yanan bir çerağ, hem bu dünyanın hem de ahiretin nimeti oldu. "Eğer sensiz beni cennete çağırsalar, cennet sahrası yüreğimi sıkar" demiştir Mevlana hazretleri. Bu beytin anlatamadığı daha ne vardır ki benim bu sayfalara yazacak olduğum?

 Melike hatun, Mevlana hazretlerine, cennet kapıları açtı. Öyle böyle değil, nihayetinde mahiyeti hadislerle övülmüş bir kız evlattı. Kimya’ya gelince bütün hikâyelerin en muğlak yerine kurulmuştu onun tahtı. Kalbine bir aşkın yatırı vardı ki, ömrünün sonuna kadar bu yatırda dualar etti. Şems ile Alaeddin girdabında gidip geldiği yazar kaynaklarda. Aşkın kimin bahtına düştüğünü bu düzmece kaynaklardan öğrenmek ne mümkün? Gündüzün gecesinden, Mevlana hazretlerinin bahçesinden, Mesnevi’nin hecesinden nasiplenmiş Kimya Hatun, anlatanı kendisi olmayan bütün hikâyelerde eksik ya da yanlış dile gelmiştir. Kesin olduğu herkesçe kabul görmüş tek gerçek, gönlü ile bahtının sahibinin aynı kişi olmadığıdır.

Nihayetinde, Kira ile Kimyanın ve Melike’nin zaman aynı değilse bile yaşadığı dünya bizimki ile aynı dünyaydı. Adı dünya ise de tamamı bu kelimeden çok daha fazlasıydı. Fakat dünyanın itibar hanesine yüklenen hiçbir anlam, insanı ahiretten korumaya yetmiyordu. Tek bir kelime şikâyetten affa, suçtan yakarışa, yalandan hakikate geçmek için yetmezken bütün bunlar dünyanın kalbinde olup bitiyordu. Bırakalım asırlar evvelki hikâyeyi, aklımızın henüz bu gerçeği anlamaya bile gücü yoktu.

Gönül kırmak ile sevmeyi aynı sayfalarda anlatmaya yeltenişim dünyada öğrendiğim cüretkârlığın eseri. Değil mi ki cennette kimsenin acelesi yoktu ve kimseler meramını anlatmak için cümleyi cümleye karıştırmaya gerek duymayacaktı. Bu dünyanın cerahati, sevgisizlik, gönül kırmak, ayaklarına cennet serilmiş bir kadının canına kıymak... Anlatmaya yetecek kelimelerim yok, ancak yeltenebilirdim. İnsanoğlu bilse hâlbuki bütün kötülükleri yapmaya gücü yok, sadece kendisini cehenneme hazırlayabilirdi.

Mevlana hazretlerinin bahçesinde gördüğüm Serendip muhaciri gülün karşısında bütün bunları düşündüğüm gün, kalkıp giderken bir nefeslik kokusunu içime çekmeyi unutmadım. Oysa kalbimin yorgunluğunu bu bahçede bir yatıra bırakıp gidemedim bile. Sayfalarca külliyatı karınca izi sananlar, mermere bir çekiç vuramayanlar, taşı taş üstüne koyamayanlar gibiydim ben de. Sayfalarca yazıp yine de meramını anlatamayanlar zümresinden… Çelebiyan kapısının eşiğinde gördüğüm bir köpeğin başını okşamaya da yetmeseydi gücüm, sevmeyi bilmekten bihaber, zalimler sofrasında zulme ekmek bandıranlardan olurdum.