Bu dünyanın manzaralar âlemi olduğunu kabul etmeye delil gerekmez. Ama en güzel manzaranın yaradılışımızda olduğu hakikatini kabul etmek, daha ustaca bir kabiliyettir. Dünlere tutulan aynanın bugünlerden daha güzel olduğu, bugünlerin ise yarınlardan daha güzel olacağını bilmek ise yakıcı bir bilgeliktir. Yakmak, dedimse bir Lokman’ın merhemiyle geçecek türden bir yara değildir bu. Daha gelmeden, geçici olduğu bize söylenen dünyadan yavaş yavaş el ayak çekmenin sancısını taşır. İşte geldik gidiyoruz, ne de hızlı yürüyoruz diyebilmenin korkusunu, gittiğimiz yere hiçbir şey götüremeyecek olmanın acısını…

Bu dünyadan bir zerre bile alıp götüremeyecek olan ama yine de bu dünya için çalışıp çabalayan insanoğluna Allah’ın bir değil bin tövbe kapısı vardır. Bir de menzile ulaşmaktan korkanlara, götürmeyecek olsa da bu dünyada bırakacaklarının hazzı yeter de artardır. Dikilen bir ağaç, edilen bir söz, hayırla büyütülen bir evlat, bu âlemden hiç gitmemiş gibi anılmanın en güzel yollarındandır.

Şimdi evlat deyince titreyen şahadet parmağımı kalbimin üzerinde gezdirirken, içimde iki cihan saadeti bir evlat büyütmenin mutluluğunu yaşıyorum. Hem içimde büyütmenin, hem uzaklardan gelecekmiş gibi beklemenin, hem sarıp sarmalamanın hem hiç görmediğim halde özlemenin telaşına, gelmesine az bir zaman kala şaşırıp kalıyorum. Yol arkadaşım İslam Bey’le kavuştuğumuzdan bu yana bir eksiğimiz olduğunu, birbirimize baktığımızda gördüğümüz şeyin yalnızca biz olmadığını kabul edeli çok olmuştu. O günden beri ikimizin de suretini tek bir aynada görmenin arzusu kapladı içimizi. Eksiğimizi tamamlamaya bir ayna yetecek, bir aynada yalnızca suretimizi değil, içimizde gizlediklerimizi de görebilecektik. O halde bir evladın seyrini, bu dünyanın bütün manzaralarına yeğ tutalım dedik. 

Çiçekleri yeni açmaya başlamış bir badem ağacının altında gözlerimden sebepsizce bir damla düştüğünde, kokusuz sandığım menekşelerin bile tenindeki ıtırı fark ettiğimde, mevsimi olmadığı halde canım siyah incirlerin, bey üzümlerinin, hicaz narlarının tadını istediğinde hiçbir delile gerek kalmaksızın bedenimde yalnız olmadığımı anlamıştım. Bu anlayış, çoktandır beklediğimiz bir müjdeyi almak gibi değil, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını kabul etmekle başlıyordu. Sonrasında epeyce uzun sandığım günler çabucak gelip geçti. Parmağımı kanatan bir gül dikenine gücendiğim, bir şarkıyı ilk kez duymuş gibi günlerce dinlediğim, vaktiyle açmadı diye çiçeklerime içerlediğim günler, ben saymadan bitiverdi. Yüreğim, daha önce hiç olmadığı kadar, yorulup sendeledi. Çok istemekle istediğine yetebilmek arasında gelip gitti.

Şimdi âlemlerin âlem içinde, cümle âlemin de bir âdem içinde olduğunu bilerek bekliyoruz yolcumuzu. Adını, dünyadan gelip gideli çok olmuş ama yaşadığı dönemden daha çok anılan, bu coğrafyada sözlerine toprak kadar hürmet edilen Yûnus Emre’den alsın istedik. Her işin başına, her duanın sonuna adını eklerken, adını aldığına benzemesini diledik. Nice cümlenin muhtevasına bakmadan Yûnus diye başladık Yûnus diye bitirdik. Beklediğimiz günleri saymakla bitmez, geleceğini anladığımızda Yûnus’u beklediğimizi bilmediğimiz zamanlarda bile onu beklediğimizi fark ettik. Gelmeyecek olanın yolunu kim böyle gözlerdi. Onu, içimizde sakladığımız cümle âlem ile bekledik. Ruhumuz cennetli ama bedenimiz bu dünya gibi eskimeye mahkûm. Eskimeye yüz tutmuş bedenimizi daha gelmeden yenileyen muştuyu, evlat diye sevdik.

İkimizin de yorgunluğunu unutturacak, beklediğimiz bütün müjdelerin yerini tutacak, unuttuğumuz çocukluk anılarını bir bir hatırlatacak olan Yûnus’un adını, yazdığımız cümlelere nokta, bestelediğimiz türkülere nota diye eklediğimizde, dualarımızın hem başında hem de sonunda zikrettiğimizde, yavrumuzun cennet pınarından bir tas suyu daha gelmeden bize yolladığını anladık. Anlamak tanımaktan sonraki ilk eylem, Yûnus’un bizden bir parça olduğunu onu görmeden kabul ettik. Bu yüzden daha tanımayı beklemeden sevdik. Bir ardıç fidanı alıp, doğduğu gün dikmek üzere bekleyişimize dâhil ettik. Acıkmış bir sokak köpeğine ekmeği, susamış bir çiçeğe suyu Yûnus’un sadakası diye verdik. Yere basacağı günü bilmeden, yalın ayaklarına çoraplar ördük. Nasıl kokacağını bilmeden defne yaprağından keseler diktik. Rüzgârın en sert estiği yönü,  güneşin en yakıcı olduğu zamanı ezberledik. Gül ağacı beşiğine ipekten üç renk püskül dizdik. Yeşil: dağlara ve yollara, mavi: göklere ve suya, sarı: toprağa ve buğdaya…

Her eksiğini tamam ederken, ona öğreteceğimiz ilk öğüdü de Yûnus’un cümleler defterine kırmızı mürekkep ile şerh ettik. “En büyük ibadet sevebilmektir”.