Nisan ayının son haftası, mavi bir ladin ağacının dalında bu dünyanın var oluş sebebini düşünüyordu Hüma kuşu. Kuşça bir cana bu sualin sebebi pek ağır gelmiş olsa gerek bir kanat dahi çırpmadan yorulmuştu o gün. Kanatları, her yükü kaldıracak kadar kudretli; yüreği, her hacimli soruya yetecek kadar büyük değildi. Yine de bilmek istedi. Bu âlem, yalnızca kuşluk vaktinde ötmek, akşam olunca bir dal altında gizlenmek, bir dirhemlik yumurtaya canın nasıl sığdığını görmek için yaratılmış olmamalıydı.

Gökyüzü yalnızca kuşlarınsa da, toprakta başka canlılar da vardı. Yavrusunu kapmış bir kedi, yumurtasını yemiş bir yılan bu dünyanın tesadüf yolcuları olamazdı. Yahut her sene aynı mevsimde açan mimozalar, binyıllardır yorulmadan meyveye duran dallar, hendese halk olup gelmemişti ya bugüne. Hiç olmadığı kadar bilmek istedi Hüma kuşu. Bedeni bu dünyanın hacmine sığamadı. Eğer öğrenmiş olsaydı hiç unutmazdı ya, daha evvelden duymadığına emindi. Her sabah güneşin doğumuna, her akşam gecenin çökmesine, gecikse de her sene baharın gelmesine sebep neydi. Kimin hürmetineydi? Aklındakileri bir bilene demeliydi.

Daha kursağından günün ilk öğünü bile geçmemiş olan Hüma kuşu kanatlarında vahaları aşacak bir güç hissetti. Gökyüzünde hiç yorulmayacakmış gibi uçarken, aşk yolcusu Yunus Emre’nin Bağdat’ı, Şam’ı, Nahcivan’ı dahası Tebriz’i Şiraz’ı bütün doğu illerini bir adımda aşar gibi aylarca yürüdüğü yolda içine doğan şey doğmuş olmalıydı. Yol tebliğ olmuş ise eğer menzilin hesabı yapılmamalıydı. Yola düşen için yol da birdi menzil de. Bütün imtihan yol, arkadaşını bulmak kadardı. En zoru oydu. Yalnızlık, bu dünyanın en büyük imtihanı değil ise de muhakkak bir kalbin en korktuğu şeydi.

Hüma kuşu, kanatları kendini taşıyamayacak kadar uçtuğunda mor salkımlı bir asmanın altında durup dinlendi. Bir üzüm tanesi, bütün açlığını ve susuzluğunu gidermeye yetti. Bir üzüm tanesi, hacmi büyük olanların kanmasına yetmese de, kuşça bir can için çok büyük ümitti. Orada mavi gerdanlı Bülbül ile karşılaştı. Suların berrak, katığın bol olduğu bu serin bahçede belli ki hali vakti yerindeydi. İçinde büyüyen soruyu evvel ona sormak istedi. Bu âlemin varlığı niceydi? Kim içindi?

Bülbül, önce bir düşündü. Bütün ömrü bağbandan kaçıp bağa sığınmakla geçmişti. O ancak, baharın geldiği, dalların yeşerip, üzümlerin erdiği vakitlerin bilginiydi. Rızkın sahibinin ne bağban ne de üzümleri toplayan olmadığını düşünür, bu sebeple, ekmediği, dibine bir tas su dökmediği bahçeden nasiplenmeyi kendisine hak bilirdi. Ömrünce ettiği tek sorgu, sual de bundan ibaretti. Hüma kuşunun sorduğu soruya, bilmiyorum demekle, hiç bilinemeyeceğini söylemek arasında gidip geldi. Uzunca bir süre sonra bu sorunun cevabının kendisinde olmadığını söylemekle yetindi. Hüma kuşuna yine yol görünmüştü. Belli ki yol arkadaşı mavi gerdanlı Bülbül değildi.

Bu dünya küçük ama yürümeye mecali olanlar için yollar çok uzundu. Hüma kuşu, ne kadardır yolda olduğunu unutacak kadar uçtu. Her mevsimi başka bir bahçede karşıladı. Yolda gördüğü bütün ağaçların gölgesinde soluklanmasa da meşe ağaçlarını, mürdüm rengi hatmileri, yabanda büyümüş gül ağaçlarını unutmadı. Onları eski bir dostmuş gibi yokladı.

Yolda, Ardıç kuşuyla, Suna kuşuyla, turnalarla, sakalarla, sığırcıklarla karşılaştı. Aklındaki soruyu gördüğü her zihinde aradı. Herkesin bir fikri vardı da hiçbirinin tatminkâr bir cevabı yoktu. Fakat yorulduysa da bıkmadı. Aramaya devam etti. Yola çıkan herkesin aradığını bulamayacağını biliyordu. Oysa aradığını bulanların hep yol üzerine olduğu şükür ki öğrendikleri arasındaydı. Aramaya devam etti.

Yolda gördükleri, Hüma kuşuna yola çıktığı günü unutturduğunda kurak bir ovaya geldi. Soluklanacak bir ağaç aradı. Dalına konup güneşten korunacağı servi ağacını güçlükle bulabildi. Hem susamış, hem acıkmıştı. Ne bir damla su, ne bir susam tanesi göremedi. Oysa servi ağacında göklere bakan bir İspinoz kuşunun olduğunu fark etti. Selam verdi. Selamına ilk icabet geldiğinde anladı ki, tanışıklıkları bu kısa andan ibaret değildi.

İspinoz kuşunun kahverengi, siyah ve beyaz tüyleri vardı. Ama ona en çok yakışan sırtında setre gibi duran mavi rengiydi. Belki de bu rengin şanına, gözü hep göklerdeydi. Onun yol arkadaşı olduğunu, tüylerine değil, gözlerine bakıp anladı. Bu sefer taa kalbinden bir daha selam verdi. Herkese sorduğu sorunun cevabını onda aradı.

İspinoz kuşu, ilk kez gördüğü bu canı tanımasa da hatırlar gibi oldu. Belli ki söz verilen zamanda bir tanışıklıkları olmuştu. Kendisine sorulan bu soruyla emin oldu. Gözleri değilse de ruhları, ezelden aşinaydı. Soruya hiç tereddüt etmeden cevap vermeyi istedi. Kendisine bunca yolu aştıran, diyar diyar gezdire sonunda bu kurak tarlada bir servi ağacına sığındıran da bu sorunun merakı değil miydi?

“Bu dünya, sen say ki bir konaklama yeridir. Susayana bir çeşmenin başı, yorulana bir ağaç gölgesi, menzile niyet etmiş bir yolcunun en uzun gecesi… Âdemoğlunun dört mevsimi varsa eğer, dünya kıştır. Bu dünyanın kıymeti, ahirete erzak biriktirecek bir tarla olduğu kadardır. Kimileri cennet bahçesine güller; kimileri kendi cehennemine odunlar taşır. Sorumluluk, yaratılanlar içinde sadece insana hastır. Sadece insan, dünyada ektiklerini ahirette biçecek. Öyle ki bu dünyanın ırgatları insanlardır. Dünya, insanoğlunun nefsiyle yaptığı bir savaş meydanıdır. Bizim varlığımız bu dünyanın süsü, ahiretin habercisi olmaktan ibaret. Kime sorsan arz ile arş arasına bir gaye bırakır. Bizlere gelince dünya, yorulan kuşlar dinlenebilsin diye var olmuş bir daldır.”

Hüma kuşu ikna olmuştu sonunda. Aradığı cevap bundan daha azıydı, fazlasını buldu. Bütün yorgunluğu geçti, unuttuklarını düne bıraktı, hatırladıklarını yarına sakladı. Artık bütün yorgunluklar bir kenara yol arkadaşı yanı başındaydı. Bu kabul her ikisi için de geçerli olacak ki, kanat sesleri birbirine karıştı.

Servi ağacına veda ettiler, daha nice ağaçlarla tanıştılar, şehirleri aştılar. Bir ağaç kovuğunu saray; bir su birikintisini vaha zannettikleri anılar biriktirdiler. Birlikte, Yaradan’ın cansız bir yumurtaya can verişini izledirler. Vekillik ettiler ama sahiplik üretmediler. Ömürleri, bir ağacın filizlenip boy verdiğini görecek kadar değildi. Fakat sayılı günleri bu dünyada hiç kimsenin kalıcı olmadığı hakikatini anlamalarına yetti.

İlk vedayı yapmak, ilk selamı verene nasip oldu. Hüma kuşu, ıhlamur ağaçlarının uyandığı bir haziran ayında, o güne kadarki en uzun konuşmasını yaptı. Kurduğu en hacimli cümleler bu konuşmada saklıydı.

“Seninle çok uzun bir yolda yürüdük. Güller derdik ama dikenleri sevmeyi de ihmal etmedik. Çok ağladık ama gülmenin boynunu bükük bırakmadık. Hayaller kurduk, kurduğumuz hayallerden suya yazılan yazılar gibi vazgeçtik. Unutmayı, ömür boyu üzülmekten yeğ tuttuk. Unuttuklarımızı, bir kitabın satırlarında, bir şehrin sokaklarında yeniden bulunca aklımızdan hiç gitmeyecek anılarla avunduk. Seninle hiç konuşmadan konuştuk. Kelimelerin bütün hisleri anlatmaya yetmediğini bakışarak kerelerce tecrübe ettik. Nihayetinde bir yoldan bir menzile varmaya niyet etmedik. Biz gibi yürüyene yol da bir menzil de birdi nitekim. Yolda bulduklarımızı da gitmek istediğimiz yer kadar sevdik. Yol arkadaşıydık, yolun sonunda ne bulacağımızı anlayınca birbirimizin kalbinde kıymetlendik. Bunca zaman ne çok kıymetli olduğunu uzun cümlelerle sana hiç anlatmadım. Hatasız bir teşbih aradım, zihnimde bir benzerini de bulamadım. Her halim sana malum, her kusurum da... Her hikâyeyi süslü cümlelerle anlatan ben iken seni ne çok sevdiğimi anlatamayan yanımı da kusurlarımın arasına yaz. İyi ki seninle bu dünyada karşılaşmışız, zor bir soruya cevaplar aramışız.”

Hüma kuşuyla İspinoz ’un hikâyesi, bir karşılaşma ile bir vedadan çok daha uzundu.  Yazılacak ne çok şey vardı. Oysa yazıcı, ömrü boyunca yürümekten yazmaya fırsat bulamadı.