Toplum olarak, hep uyanık olmak istiyoruz. İşini bilmek, işini yürütmek, bir şekilde önde olmak istiyoruz. Ama bir türlü uyanamıyoruz.

Çocuğumuzun uyanık olmasını istiyoruz. Daha bebekken, başka bebekleri ağlattığında, yapma diyoruz, olmaz diyoruz, ama içten içe seviniyoruz.

Biraz büyüyor,eline bir fatura  veriyoruz,oğlum git Ptt'ye yatır diyoruz; çocuk gidiyor yatırıp geliyor.

Sevinerek: Baba, baba yatırdım kırk kişi vardı, çaktırmadan yatırdım, diyor.                                                                                                      

Aferin oğlum, deyip ödüllendiriyoruz. Sonra bir dostumuzun yanında: bak amcası oğlum büyüdü işlerimizi yapar oldu. Geçen fatura yatırttım. Kırk kişinin arasından çaktırmadan yatırmış. Bir aferin, bir takdirde ondan! Çocuk artık hayatın kısa yolunu anladı. Hep kırk kişinin önüne geçmeliydi.

Trafiğe çıkıyoruz. Üstelik kuralları bütün dünyaca kabul edilmiş bir yaşam. Hakkımız olmadan şerit değiştiriyoruz. Yeşil yanmadan geçiyoruz. Kırmızı yansa da son saniyelerde yine geçiyoruz. Yaya yola girmişse zaten geçiyoruz. Bisikletli, engelli zaten onları düşünmeye gerek yok! Onları baştan güçsüz ve çaresiz kabul ediyoruz. Eeeee daha çocukken kırk kişiyi kandırınca, ödülümüzü almıştık.

Durakta bekliyoruz. Arkadan biri geliyor, eğer biraz sakinsen adam önüne geçiveriyor. Kuyrukta beklemeye ne gerek var.

Üniversiteye geliyoruz. Üniversite, hakim, savcı, yönetici, kaymakam, vali, müfettiş, denetçi, mühendis, doktor, öğretmen gibi toplumu yönetecek, ileri götürecek, adaleti sağlayacak kadroları yetiştirir. Bunu bilmeyenimiz yok. Ancak işte tam burada da bir uyanıklık örneği: Mesela yemek kuyruğu, arkadaşları acıkmış herkes yemek kuyruğunda. Herkes aç ve herkesin acelesi var. O geleceğin kelli felli olacak öğrencileri içerisinde çok az insan var, kaynak yapmadan yemek yiyen. O dönemlerde kaynak yapan öğrenciler meslek hayatlarında devlete kaynak yapanların taşeronluğunu yapıyorlar. Bunun örneklerini yaşamada görüyoruz. Bakıyorsunuz, hayali ihracatçıların yardımcısı onlar, batan aracı kurumların defterlerinin düzgün olduğunu söyleyen onlar. Adaleti siyasete, inanca dosta akrabaya göre uygulayanlar onlar. Darbelere yardımcı olan, onlarla işbirliği yapan onlar.

Neden uyanık yetiştirildik. Ve en çok övündüğümüz şeylerden birisi, yeni bir kural kondu mu; Biz Türkler ne yapar, yapar bu kuralı deleriz, bir yolunu bulur işimizi yürütürüz, deriz. Aslında uyanıklık yaparken hep birilerinin hakkını ihlal ediyoruzdur. Başkalarının yaşamına tecavüz ediyoruzdur. Sizce de öyle değil mi?

Kul hakkı ile huzuruma gelme diyen Allah'ı unutmuş olmuyor muyuz?

Unutuyoruz. Zaten genelde başkalarından isterken hak, hukuk, Kuranı, inancı hatırlatıyoruz da, bizim yükümlülüklerimize gelince biz atamızdan, geleneğimizden böyle gördük deyiveriyoruz.

Daha bebekken, başladığımız bu uyanıklık oyunu bizi savunduğumuz değerleri, inançlarımızı yaşarken ikiyüzlü yapmıyor mu?

Oysa bize emredilen, akletmez misiniz derken Allah; uyanıklık yaparak değil aklımızı, muhakememizi, cüz-i irademizi kullanarak üstelik de kendimizden önce toplumun ve yaratılmışın hakkını gözeterek yaşamamızı emretmez mi? Alemi yaratırken bir nizam üzerine yaratan Allah, bizlerin de, evinde, işinde bir nizam üzerine yaşamamızı istemez mi?

Uyanıklık kaosu aslında Nasreddin hocanın bindiği dalı kesmesi gibi değil mi? Öyle olmasa hep kırk kişiyi geçerek ihlal ettiğimiz yaşam kurallarında, şu dünyanın en ilerisinde olmamız gerekmiyor mu? O zaman hala biz koca imparatorluk kurmuş bir millet, biri düğmeye basınca neden dağılıyoruz?

Neden hala uyanamadık, o zaman?