Gözlerim kapalı, yüzümü okşayan serin bir rüzgârın arkadaşlığı ile önümde hafif dalgalı denizin sesinin huzuruna kapılmış, sihirli bir düşün üzerinde hülyalara doğru yolculuk ediyorum. Elimi uzatsam ulaşacak gibiyim o hayata… 

Uçsuz bucaksız bir papatya tarlasının ortasında, göz alabildiğince beyazlar giymiş toprakları seyretmekteyim. Narin, bembeyaz bu çiçekleri koparmaya nasıl gönülleri el verir ki? diye sorular sormaktan kendimi alamıyorum. İnsanın, gücü yettiğine sahipliğini bildirdiği bir dünyada yaşarken, bu kimsesiz ve savunmasız çiçekleri dallarından koparmak o kadar da zor olmasa gerek gerçi!

Oysa köklerin ne de sıkı sıkıya tutunuyor toprağa değil mi papatyam? Kimseye kendini teslim etmek istemezcesine… Ufak bir tohumdan çıkarken nasıl da gayretli oluyor o çelimsiz dalların… Başını kaldırıp da hayata varlığını belli etmen için ne kadar çok çaba harcadığını göremiyorlar. 

Hele de; sarı başının etrafına beyazdan taktığın tacın yok mu? Beyazlara bürünmüş bir gelin gibi… Sarılığın senin ömrüne yaktığın kınan mı papatyam?.. 

Ah papatyam bazılarımız da sen gibi hayata sıkı sıkıya tutunmaya çalışıyoruz. Çiçeklenmek için onca zorluğa göğüs geriyoruz. Gözlerimiz kapalı iken kurduğumuz hayallerimizi, çoğu zaman acımadan ömür toprağımızdan hınçla koparıyorlar. Gücü yeten yetene bu dünyada dedik ya hani… 

Hayatın acımasız ikinci yüzü işte tam da bu vakitlerde ortaya çıkıyor. Oysa hayaller öyle mi? Bütünüyle sana ait. Hayalleri düşlemek bile muazzam.

Kim bilebilir ki uzaklardaki uçsuz bucaksız muhteşem bir hayatın, beyninin tüm alanında yaşıyor olabileceğini… 

Hayat ve hayal… İkisini birbirinden ayıran sadece son harflerinin farklı olması… Ama ardındaki koca bir anlam gizliliğinin farkına herkes varamıyor. 

Uyku içinde uyur halde yaşamaktır hayalleri hayatına dâhil etmek. 

Dünya hayatı ebedi değil, hayallerin ömrü bu faniden de kısa amenna fakat bizi hayal dünyasına çeken, orada yaşamak için can attığımız anlar bir “L” harfinin ardına gizlenmiş ufak bir tılsımda saklı… 

Senin o çelimsiz yeşilimsi dallarının üzerinde açan bu ak yaprakların da, kurduğun hayaller sayesindedir belki de papatyam… Sen hayallerini kurar yaşatmaya çalışırsın ama biri gelir seni hayallerine yolculukta yanına yoldaş eder. Bu hayat silsilesi seni kendine dertdaş etmekte… 

Gerçi artık hayal kurmaya da vakit kalmadı. Kendimizi ne denli kaptırdıysak, yaşarken mi nefes alınıyor yoksa nefes alındığı için mi yaşanıyor ikilemini; yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkıyor? sorusuyla aynı kefeye koymaktayım. 

İnsanoğlu bir süreden sonra her şeyi alışkanlık haline getirip heyecan duymamaya başlıyor. Şuan ki günümüze gelirsem her günü ah demekle biten bir Ramazan ayı geçirmekteyiz. Duyuyorum da bu sene bu mübarek ay kimse için heyecan ve gerektiği önemle karşılanmadı. Sevinmek gerekirken mecburi bir ibadet olarak algılanıyor. Hatta ve hatta bazıları için zorunluluktan da kalktı normal günlere büründü.

Nerede eski zamanlar? demeyeceğim. Zamanın değiştiği falan yok. Bizler yaratılış gayemizden sıyrılıp dünya hayatının keşmekeşi ile o kadar meşgul olmaya başladık ki kendimizde bulunan çoğu güzel şeyi de en üst tozlu raflara kaldırdık. Hayal, sevgi, umut, kardeşlik, yardımlaşma, merhamet, saygı gibi insanı insan yapan bu duygularda zamanla bir bir kayboluyor. 

İnsanlar, hayal kurmuyor. Gün be gün gelişen çağımızdaki hazırbuluşluk sayesinde buna da gerek kalmıyor. Gelecek nesillerin canlı robotlar olmasından korkuyorum. Şimdilerde seni sevgisini belli etmek için koparan insanlar ilerde seni görmeden gelip geçecek bu dünyadan sanırım papatyam… Eskilere özlem duymak yerine gelecek için endişelenme zamanımız geldi de geçiyor. 

Hayal kuramayan çocuklar, yeni bir tarih yazamayacak. Beyinlerindeki bu sihirli gücün farkına varamayacaklar. “Keşke” demeden bilinçlenmeli ve bilinçlendirilmeliyiz. Çocukluk ve hayal ile kalın yazı dostlarım.