Yüreğin yoksa eğer, hayata üç sıfır yenik başlamışsın demektir…

Yüreğin yoksa eğer, ne dizinde derman ne gönlünde ferman var demektir…

Ne duygular gizler insan denen kâinat, ne emeller, ne hayaller, ne arzular ki onu uçurumlara savurur… Bazen de savurmadan geriye çevir ki yolu, bu görünüş itibarıyla iyi gibi olsa da aslında diğerinden daha vahim daha bir hazindir. Doğa nasıl aldanırsa yalancı bahara, arı nasıl bal almaya çalışırsa sahte çiçekten işte öyle, öylesine takılırız bir oyuncak arabanın arkasına farkına varmadan.

Çağdaşlık, gelişmişlik, modern yaşam ne kadar parlaksa ve alıcı gözüküyorsa göz bebeklerimize, o kadar aldatacak ve yanıltacaktır gerçeği. Hangi gerçek almamışsa özünü, mayasını, yaratılış iksirinden, elbet ufalıp yok olacaktır en sağlam denilen yerinden. Çünkü gece nasıl ay ışığıyla kandıramazsa dağları gündüz diye, yalcın kayalar, nasıl kar taneleriyle örttüğü yüzüne inandıramazsa zorluğunu güçlüğünü, inandıramayacaktır sahte gerçek, gerçek tadının burukluğuna acımtıraklığıyla. Acı ne kadar acı olursa olsun, acıtmasının nedeni gerçek olduğundandır. Her acı gerçek değildir elbet. Her gerçekte acı. Ne var ki, fettan bakışlarıyla insan avlama peşinde koşan yosmalar, mahrem yerlerinin açıldığının farkına varmayacaktır bir zaman. Farkına vardığı zamanda bunu, bir utanç kaynağı değil gurur kaynağı olarak servis edecektir. 

Gerçekle sahte, doğruyla yanlış, düzle eğri, asille sefil, öylesine bir birine girmiş, karışmış; karıştırılmış ki, ayırt edebilmek için güncel hayattan kazanılan edinimler yetersiz ve cılız kalmaktadır. İnsanın yanılma duygusu duyduğu sese yâdlaştığı anda başlamıştır. Bir başka ifadeyle, yeryüzüne niçin geldiğini unuttuğu, hatırlayanadığı yâda hatırlamak istemediği noktada baş göstermiştir. Öyle ki bu gerçeği bulmak ve anlamak için Allahın fakir kulunun kaybettiği merkebi bulması için harcadığı çaba kadar emek sarf etmemektedir. Bunu sebebi de çok basittir; çünkü yitiğini bulduğu zaman, Allahın fakir kulunun merkebini bulduğu zamanki sevinci yaşamayacağından emindir.

Bu paradoks, ikilem, yanılgı, insanın- bazen insan olamktan çıkaran sebepleri bir bir anlıyor gibi gözükse de- asıl sebebin kendinde ve içinde olduğu gerçeğine bir türlü yanaşmak istememesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda Hz. Mevlana’nın; “bir ben vardır bende, benden içeru”, gerçeği daha çok anlaşılmaya ve çözülmeye muhtaç soru gibi durmaktadır karşımızda. 

Ustalığımız başkasını ayıplamaktan ibaret. Oysa kendimizi onarmada bir fersah bile yol almış değiliz. Hz. Peygamberin büyük bir zaferden dönüşünde eshabına, asıl büyük zaferin inansın kendini- nefsini- yenmesi sonucu elde edileceğini söyleyen düsturunu duymayan kulaklar, başka yerlerden aman dileme konusunda ne kadarda ısrarcılar!..

Bizim evin önünde biten ot yabani, faydasız, zehirlidir. Bizim mahallenin horozu ötmüşse daha şafak sökmemiştir. Komşumuzun oğlu Ahmet yada dul kadın Ayşe'nin kızı Zeliha doktor olmuşsa düşünmek lazım. Bunlar çok sevinilecek alkışlanacak şeyler değillerdir. İthal ürünleri bir başkadır. Elin gâvuru düşünüyor… Elin gâvurunun memleketindeki otlarda bizimkilerden faydalıdır! —Akıllı –faydalı-otlar bile akıllı insanların yaşadığı topraklar üzerine biter… Onların salyeleri, evlerinde besledikleri hayvanların dışkıları, bebelerinin atıkları her neyse neleri varsa bir başkadır!.. Eskidendi o denizli horozlarının namı; çulsuzun oğlu Ahmet yada Ayşe’nin kızı Zeliha olsa ne olacak. Anası ne ki tanası ne olacak! Adları ne Ahmet, Zeliha…

İnsan önce kendine, sonrada kendinden olana güvenmelidir. Güven ve özüne güven hayatın ana damarlarındandır. Kendine güvenirsen gününü, özüne güvenirsen hem dününü hem yarını ihya edersin. Medet başlarında değil kendindedir. Pir sendedir, Tekke sende. Kel sende takke sende. Sen kendinde bulamıyorsan eğer, unutmuşsan bir an, onu uzaklarda değil yüreğinde, bedeninde ara. Orda da bulamamışsan, bir an hafıza silikliğine duçar kalmışsan, gözünü açtığında göreceğin, ayağın kündelediğinde eline değeceğin yerlerde ara.

Aramak bir sanattır yaradılışla başlayan. Herkes kendince bir arayış içindedir. Bu bir fıtri melekedir. Ama asıl olan, neyi aradığın ve nerde arığındır. Aradığın mana ise madde arkasından gelecektir. Eper arayışın sürekli madde ise bu manayı gün gelip yerinden silecektir. Aranan güzelse sonuçta güzel olacaktır. Aranan özelse sonuçta özel olacak. Aramak için kanat lazımdır, her bedene göre ayrı ebatta ve vasıfta. Her başı aynı gövde taşımayacağı gibi her gövdeyi de aynı kanat götürmeyecektir. Aramak bir sanattır, aranan çok özelse bu arayış pür sanat… Her canlının yaşamı sınırlıdır, her arayış bir noktada duracak.  Asıl alan geriye dönüp baktığında nereye geldiğindir. Birde başladığın noktaya dönme cesaretinin olup olmadığı. Dönme cesaretin, hem kalan gücünle sınırlı hem arama bulvarında şaşırıp şaşırmadığınla. Yanlış bulvara girmiş, gücünün yetmemeği kadar uzaklara açılmışsan geriye dönemeyeceksindir.

Geriye dönmek için belki zamanın olacak ama amanın olmayacak, amanın olsa bile ya adres değişikliğinden geldiğin yeri bulamayacaksın ya da geldiğin yer seni kabul etmeyecektir. Zira sen aramaya başladığın noktadan çok uzaklaşmış, yanlış yola sapmış, sınırlı vaktin hesabını yapamamışsındır.

Kâinatta ne varsa arayış içindedir. Kimine aradıklarını ne olduğu yolunda emareler gösterilmiş ve bu emareleri algıma kapasitesi bahsedilmiş, kimine bahsedilmemiştir. Ama her şey arayış içindedir. Çocuk ilk anasından doğduğunda attığı narayla arayış içinde olduğunu belirtmiştir. Bazıları anlık arayışlarını seksizce çözerler. Arayış, ilk insan, İlk hayvan ve ilk kâinatla başlar sonsuza kadar devam edecektir. Asil ve asıl olan niçin, neyi, neden, nerede aradığını bilmek dünyaya gelişinin tesadüfî olmadığı sırrına ermektir. Yaratılışın sırı doğrultusunda yapılaş arayışlar, insanı başlangıçta maddeten çok mesut ediyor gözükmese de manen huzurlu kılacak ve yakın gelecekte maddeye de boyun eğdirecektir.

Doğruyu aramak ve onda adım adım ilerlemek nasıl insanı rahatlatacak ruhsal bunalımlardan uzaklaştıracaksa, yanlışta ilerlemekte o derce insanı, insan olma özelliklerinden uzak kılacaktır. İşte ondandır ki, çağımızın büyük şehir hastalıklarından birisi; ‘kalabalıklar arasında yalnızlıktır’. Hemen hemen her insan kendisinin kalabalıklar içinde yalnız yaşadığının farkındadır ama bu yalnızlıktan kurtulmak için çaba harcamamaktadır. Çünkü arayış ve uçuş istikametleri farklıdır. Maraton düdüğünün çalmasıyla aynı istikamete koştuğunu sanan insanlar, kısa bir süre sonra yarışta olduğunu unutmuş, başka koyaklara saparak hedeflerini degiştirmişlerdir. Hedef değiştirenlerin çok azı bu değişikliğin farkında olsada birçoğu, çoktan hem yarışı hem hedefi unutmuştur. İşte bu gaflet onu tutunduğu dalında koparılan yaprak gibi rüzgârın direktifiyle diyardan diyara sürüklemektedir…

Sayılı günlerin ve sayılı nefeslerin olduğu gerçeği yeryüzünde, insan olduğunu bilen her insanın malumudur. Ama bu nefesin sayısının kim tarafından sınırlandırıldığı, dünden bugüne hep tartışıla gelmiştir. Bunu içindir ki arayışlar başkalaşmış, doyumlar, mutluluklar başka yerlerde aranmaya başlanmıştır. Ne gariptir ki insan, elindeki kaybetme gayreti gösterdiği kadar, onu bulma yolunda çaba harcamaktadır. Eskilerin tabiriyle “hikmetinden sual olunmaz ki” bu yaratılışın bir başka hikmeti, ana cilvelerinden biri belki asıl olanıdır. Elinizdekinin kıymetini başkasına geçince, değerlimizin kıymetini onu top yekûn kaybedince anlıyoruz nedense. Oysa elimizdeyken ona biraz değer vermeyi örgensek, çiçekleri bir başka rayiha saçacaktır etrafa… Çocuk oyuncağını beğenmemekte, babasından yeni oyuncak almasını istemektedir. Ama beğenmediği oyuncak, bir başka çocuk tarafından alınınca en çok beğendiği oyuncağın o oyuncak olgunu söyleyecek, kıyametler koparacaktır.

Koşumuzu, arayışımızı unutmuşuz. Başka özlemlere, başka arzulara doğru karada kalyonlarla hareket etmeye çalışıyoruz. Oysa deniz tüm çömertliğiyle dünden, daha öncesinden, hatta ilk günden beri bizi beklemektedir. Galiba biz bu gerçeği anlamak için daha çok zaman kaybedeceğiz. Belkide son sözlerimiz Safranbolu esnafının dediği gibi olacak:

Demir tava geldi, kömür bitti…

Akıl başa geldi, ömür bitti…