İmam Gazali Hazretleri’nin şu nasihatleri ne güzeldir: Her mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile baş başa kalıp, onunla bazı sözleşmeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermayesini ortağına teslim etmek durumundaysa onunla böyle sözleşme yapar. Bu arada ona bazı ikazlarda bulunmayı da ihmal etmez. İnsan da nefsine şu ikaz ve telkinlerde bulunmalıdır: Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kar ve kazanç son bulur. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teala bugün de bana müsaade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı salih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temenni edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O halde bugün günah ve masıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bugünün bir anını bile boşa geçirme. Zira her nefes, paha biçilemeyen bir nimettir. İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzüyle yirmi dört saattir. Kıyamet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tane kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükafatı olarak, içinin nur ile dolu olduğunu görünce, Allah’ın lutfedeceği mükafatı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaştırılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyan ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini alamazlardı. Üçüncü bir kutu daha açılır ki, içi tamamen boştur. Bu da uyku veya mubah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahi şiddetle ihtiyaç duyulan o günde, imkanı olduğu halde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve hatta çok daha fazla nedamet ateşiyle yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır durur. O halde; ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, yoksa yüksek derecelerden düşersin!

Zahiri ve batıni ilimlerin zirvesine ulaşmış olan Halidi Bağdadi Hazretleri de ömrünü son nefes endişesi içinde geçirmiştir. Mektubat’ında şu cümlelere yer verir: Allah Teala’ya yemin ederim ki, annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve muteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum. (Lakin Rabbimin rahmetine sığınıyorum.) Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflas etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehaletin en son noktasıdır. Hazretin bir dostuna gönderdiği mektubunda yer alan şu ifadeler de, onun son nefese hazırlık hususundaki endişesinin bir yansımasıdır: Son nefeste lazım olacak şeyle meşgul olmanızı, Sünneti Seniyyeye uygun amel işlemenizi, fani dünyanın aldatıcı güzelliklerine iltifat etmemenizi, (kendini kastederek) bu fakir kulu da tevfik ve hüsni hatime (yani Allah’ın istediği gibi yaşayıp imanla güzel bir şekilde ölebilme) duasından unutmamanızı dilerim. (Mektubatı Mevlana Halid, s. 175) İşte büyük Hak dostları hiçbir zaman amellerine güvenmeyip son nefes hususunda daima Allah’ın rahmet ve mağfiretine iltica etmişlerdir. O hâlde bizim de ilmimize ve amellerimize güvenmeden, Cenabı Hak’tan daima hüsni hatime istememiz lazımdır.

Dükkanı şehrin çıkış kapısında bulunan bir bakkal vardı. O kapıdan ne zaman bir cenaze çıksa yanında bulundurduğu testiye bir meyve çekirdeği atar ve bir ay sonra da onları sayarak:

Bu ay şu kadar kişi testiye düştü derdi. Bir gün o da öldü. Epey bir zaman geçmişti ki, ölümünden habersiz bir dostu kendisini ziyarete geldi. Onu göremeyince komşularına sordu. Burada oturan bakkala ne oldu? Dediler ki: O da testiye düştü. Ne kadar ibretli bir nükte… Unutmayalım ki nihayetinde herkes ecel testisine düşecektir. Fakat insanoğlu umumiyetle çevresindeki insanların birer birer darı bekaya göç ettiklerini seyreder de yine de gaflet sebebiyle kendini ölümden uzak görür…

Yavuz Sultan Selim Han’ın nedimi Hasan Can şöyle anlatır: Yavuz’un sırtında şirpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik haline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Adeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengaverlerine taktik ve talimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi halini kastederek: Hasan Can, bu ne haldir dedi. Ben de artık fani yolculuğun sonuna gelmiş, baki hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için gönlümü şimdiden yakan ayrılık hüznüyle: Padişahım, artık Allah Teala ile beraber olma zamanınız herhalde geldi dedim. Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı: Hasan, Hasan! Sen beni bu ana kadar kiminle beraber zannederdin? Cenabı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşahede eyledin dedi. Bu sözler karşısında mahcub olarak: Haşa Sultanım! Öyle demek istemedim. Sadece içinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyan için ihtiyaten buna cüret edebildim dedim. Koca Sultan, artık bambaşka alemlere dalmış vaziyette bana son hitabı olarak: Hasan! Sureyi Yasin’i oku dedi. Nemli gözlerle tilavete başladım. Selam ayetine geldiğim zaman muazzez ruhunu Rabbine teslim etti. Hayatlarında Allah ile beraber olmayanlar, ekseriyetle son nefeslerinde bu nimete mazhar olamazlar. Bu yüzden, güzel bir ölüm için hayatı gayeli kullanmak zaruridir.

Sultan 2. Murad Han, rahatını değil, Allah rızasını düşünen bir şahsiyetti. Bu uğurda hayatını fedadan çekinmeyecek derecede metin iradeli ve azimkar idi. En büyük kaygısı, son nefesini iman ile verebilmek, mahşer günü Allah’ın huzuruna alnı açık ve günahtan pak bir şekilde çıkabilmekti. Nitekim oğlunu ve kızlarını evlendirdikten sonra veziri Çandarlı İbrahim Paşa’ya: Ey Çandarlı! Hamd olsun, bu dünyada evlada karşı vazifelerimizi de Allah Teala’nın izniyle yerine getirdik. Gayri geriye iman ile göçebilmek kaldı demişti.

Çanakkale Muharebelerinde büyük muvaffakıyetler sergileyen Zabit Muzaffer, daha sonra gittiği Doğu Cephesi’nde de kahramanca savaşıyordu. Kanlı bir çarpışma esnasında ağır bir şekilde yaralanmıştı. Artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bile bir şey anlatamadığı son anlarında, cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı: Kıble ne tarafta? Etrafındakiler, Muzaffer Bey’in kıbleye dönerek ruhunu Rabbine teslim etmek istediğini anlayıp onun bu arzusunu hemen yerine getirdiler. Ölüm anında, bir yandan yüzü vuslat neşesiyle dolan zabit, diğer yandan da mukaddes gayenin ulvi müdafaasının kaygısı içerisinde son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi: Bölük Allah için cihada devam etsin; kanım yerde kalmasın. Üçüncü bir mesaj daha yazacaktı ki, ömrü elvermedi ve muazzez ruhunu şehiden Rabbine teslim eyledi. Ne büyük bir hassasiyet ki, ruhunu kıbleye karşı teslim edebilmek için dilinin bir şey anlatamadığı son nefesinde dahi damarından kan çekerek meramını ifadeye çalışıyor. İşte Allah yolunda harcanan bir ömrün son demi de böyle mübarek ve mukaddes oluyor.

Hak dostlarından Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nin son nefesteki hali de bizler için güzel bir numunedir. Sami Efendi ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izleri takip ederek yolunu bulur; işte Sami Efendi de Peygamber Efendimizin izlerini tıpkı böyle bir sadakatle takip ederek ömür sürmüştü. Bunun tezahürü olarak da son nefesini, hayatı boyunca izini takip etme aşk ve heyecanında olduğu Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin civarında ve teheccüd ezanı okunduğu esnada teslim etmek nasib oldu. O son demde yanında bulunanlar, lisanından çıkan lafızların sadece: Allah, Allah, Allah olduğunu işitiyorlardı. Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber bedeni de, ruhu da daima Allah diyordu...

Hasılı kulun, hüsni hatime ile, yani iman ile son nefesini verebilmesi için öncelikle nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmesi, yani çirkin temayüllerden temizlenip, yüce hasletlerle müzeyyen hale gelmesi ve Cenabı Hakk’ın esma-i hüsnasının (güzel isimlerinin) tecellilerine nail olması gerekmektedir. Zira, bu suretle kalbin takva kıvamına ulaşması, hayat yolculuğunun en kıymetli hidayet meşalesidir. Mevlana Hazretleri’nin şu ifadeleri de, adeta tezkiyenin bu mahiyetini izah etmektedir: Mezar yapmak; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik aleminde, kendine bir mezar kazman icab eder ki, onun için Allah’ın yüce varlığı önünde kendi iddia ve benliğini yok etmen gerekir. Daha sonra da tezkiye olmuş bir nefisle, ibadet, taat, hayır ve infaklarda bulunarak en güzel bir şekilde ebedi aleme hazırlanmak icab eder. Nitekim Cenabı Hak, ömrünü ameli salihlerle tezyin edip hiçbir zaman Rabbini unutmayan kuluna son nefesinde şu güzel müjdeyi verir: Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner, onlara; Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin derler. (Fussilet, 30)