KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN 3

Kanuni devrinde bu güçlü sada hiç kesilmedi. Nitekim o devirde bir ara Fransa’da dans denilen rezalet yeni yeni ortaya çıkmaya başladığında bunu duyan Kanuni, derhal Fransa kralına şu talimatı göndermiştir: “…İşittim ki, memleketinizde kadın ve erkeklerin dans adı altında birbirlerine sarılmak suretiyle halk önünde ahlak ve hayaya mugayir davrandıkları süfli bir eğlence icat edilmiş! Bu rezaletin, hem-hudud olmamız dolayısıyla memleketime sirayeti ihtimali vardır. Bu itibarla name-i hümayunum elinize ulaşır ulaşmaz derhal bu rezalete son verile! Aksi halde bizzat gelip o rezaleti kaldırmaya elbette muktedirim.” Tarihçi Hammer, bu mektup üzerine Fransa’da dansın tam yüz yıl yasaklandığını kaydetmektedir.

Bu devir, bütün bir cemiyet fertlerinin, asalet, ciddiyet ve iman vecdi ile coşkun çağlayanlar halinde olduğu bir devirdi. Bu devirde imanın heybet ve heyecanı ile bu şâha kalkış, yalnız Kanuni’de değil, devletin bütün müesseselerinde ve hatta en küçük rütbedeki ferdinde bile görülmekte idi: Preveze zaferinin müjdesini dörtnala at üzerinde getiren levent, Topkapı Sarayı’na girince, atının dizginini çekmesi ile, at bir müddet iki ayak üzerinde dönmüştü. Bu manzarayı seyreden Kanuni’nin, levende:

“Ne azgın bir küheylânla gelmişsin!..” demesi üzerine levendin:

“Hünkâr’ım, Akdeniz azgın bir küheylandı. Biz onu bile uslandırdık!..” cevabını vermesi, iman gücüyle şahlanıştan doğan itimad-ı nefsin bir tezahürü idi. Sultandan bir ere kadar hep aynı duyuş ve aynı kalp atışı vardı.

Hak ve adalet, hudutları Hazar’dan Orta Avrupa’ya, Hint Okyanusu’ndan Ukrayna’ya kadar uzanan bir İslam devlet-i aliyyesinin hukuku olarak zamanın icaplarına göre öylesine dakik bir surette gerçekleştiriliyordu ki, engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar, Osmanlı ülkesine sığınıyorlardı. «Dünya dönüyor!» dediği için Galileo, ölümden kurtuluş çaresi olarak, ilmî kanaatini lafzan terk ederken, Osmanlı’da gayr-i müslimlerin bile “vediatullah”, yani Allah’ın devlete emaneti olarak kabul olunduğu yüce bir görüş hakim bulunuyordu. Hatta Lehistan’da: “Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı” sözü, bir darb-ı mesel haline gelmişti. Gerçekten Lehistan, yani Polonya, tarihte üç defa istiklaline kavuşmuştur ki, bu da Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.

Kanuni, son seferinde ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye sırtına kuşak gibi urgan sarılarak çıktı. Ulu Hakan, ardındaki ihtişamlı sultanlığa son mührünü vurduğu Zigetvar’da ellerini açıp Rabbine şöyle niyâz etmiştir: “Yâ Rabbî! Nice müddettir yeryüzünü benim zaferimle doldurdun. Vâsıl olunmadık recâm, hâsıl olunmadık duâm kalmadı. Artık Habîb-i Edîb’in hürmetine saâdet-i şehâdet ve ardından da cemâlini müşâhede nîmetlerini bu kemter kuluna nasîb eyle!..”Bu niyazdan bir müddet sonra Muhteşem Süleyman, sefer esnasında vefat eden dördüncü Osmanlı sultanı olarak rahmet-i Rahman’a yürüdü. Ulu Hakan’ın cenazesi, dört yüz muhafızın nezaretinde İstanbul’a getirildi. Süleymaniye Camii’nin musalla taşına kondu. Cenaze namazı beş yüz müezzinin, tekbirleri birbirlerine aktarmaları ile kılındı. Cemaatin arka ucu Fatih Camii’ne dayanıyordu. Kanuni’nin naaşı, kabre indirilirken bir sandık getirilip “Vasiyeti gereğidir!” denilerek, o da kabre konulmak istendi. Şeyhülislam Ebussuud Efendi, bu duruma müdahale etti. Cenaze ile beraber kıymetli bir şeyin gömülmesinin caiz olmadığını bildirdi. Ebussuud Efendi’ye bunun, Hakan’ın bir gün evvelki vasiyeti olduğu bildirilince, merakla sandığı açtı. Kendisinin Hünkar’a verdiği fetvalarla karşılaştı. Hayretler içinde donakaldı: “Sen kendini kurtardın ulu Hakan! Biz yarın Ahirette ne yapacağız?!.” diyerek hüzünlendi ve ağlamaya başladı. Zira Kanuni, hayatı boyunca yapacağı her işin fetvasını almış, ondan sonra icra etmişti.”