YAVUZ SULTAN SELİM 2
Yavuz, Güneydoğu Anadolu‘yu zarif bir siyasetle harpsiz olarak ülkesine ilhak etti. Şam‘a girince, Muhyiddin İbnü’l Arabi Hazretleri‘nin bir kerameti zuhur etti. O sağlığında
“Sin, şın’a girince benim kabrim bulunacaktır.” buyurmuştu. Nitekim, Selim Hanın Şam‘a girişi ile, Muhyiddin İbnü’l Arabi Hazretleri’nin kabr-i şerifi keşfedildi.
Bir gün Yavuz sırdaşı Hasan Can’ı, huzuruna çağırttı. Sohbet esnasında ona:
“Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rüya gördün?” diye sordu.
Hasan Can, anlatmağa değer bir ru’ya görmediğim söyleyince Yavuz ona:
“İnsan bütün bir gece uyur da hiç ru’ya görmez mi? Herhalde bir ru’ya görmüşsündür.” diye ısrar etti. Bir şey hatırlayamayan Hasan Can mahcub oldu. Daha sonra bir vesile ile ruyayı Kaplağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi: ‘Bu gece Harem dairesi nur yüzlü kimselerle doldu Sultanın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zatın elinde Sultanımızın sancağı vardı. O zat bana dedi ki:
“Biz neye geldik, bilir misin?”
Ben de:
“Buyurun!” dedim.
Bunun üzerine: “Şu gördüğün mübarek kişiler, Rasulullah -Sallallahu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ashabıdır. Hepimizi Rasul-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selim Han’a selam söyledi ve buyurdu ki: « Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..» Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebu Bekr-i Sıddık, diğeri Ömer-ul-Faruk, bir diğeri de Osman-ı Zinnüreyn’dir. Ben de, Ali bin Ebi Talibim. Bunu hemen varıp Selim Han’a müjdele!..” dedi ve aniden hep birlikte gaib oldular.” Hasan Can, Hasan Ağanın rüyasını Sultana aynen nakletti. Padişahın mübarek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak; “Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasibini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır…” dedi.
Meğer ki Sultan da o gece aynı rüyayı görmüş. 1516’da Mısır seferine çıktı. Yavuz, Memlükler’den daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar, bu ahdi nakzettiklerinden üzerlerine yürüdü. Memlük ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlup etti. Ancak, bu zaferin ikmali için Mısır’a ulaşması stratejik bir zaruretti. Bunun içinse korkunç Sina Çölü‘nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zayiat vermeden, herhangi bir ikmal güçlüğü çekmeden on üç günde başardı. Büyük bir askeri deha sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihan Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkanlarla bile bu çölün, ancak on bir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.
Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dair büyük tereddütler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz Cehennem, gece ise, bir buz diyarı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklime sahipti. O sanki kumdan bir denizdi. Lakin Yavuz’un azmi ve kati kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askeri erkan, hayret ve dehşet içinde idi: «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı. Bu dehşet içinde askeri erkan da, atlarından inip, onlar da yürümeye başladılar. Paşalar, Yavuz’un can-ciğer arkadaşı Hasan Can‘a:
“Ne olur Hünkara sor. Bu acep ne iştir?” dediler.
Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu halin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz: “Hasan görmüyor musun; önümüzde Allah Resulü Fahr-i Kainat (s.a.v.) Efendimiz yürüyor?!.” dedi. On üç günde bu korkunç çöl, bir bulutun altında, Allah Resulü (s.a.v. )’ın ruhaniyetleri ile geçildi. Mısır fethedildi. Yavuz, 22 Ocak 1517’de Memlükleri, Ridaniye’de tekrar mağlup etti ve bu suretle Mısır kati olarak fethedilmiş oldu.
Koca Sultan, Memlük Sultanının cenazesini bizzat omuzlarında taşımak faziletini gösterdi. Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlük askerleri, dehşet saçan sokak muharebeleri ile mukavemet ediyorlardı. Memlük fedaileri, kendilerine Yavuz‘u hedef seçmiş bulunuyorlardı. «Yavuz’u öldürür isek, harbi kazanırız » inancı içinde idiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz‘a arz etti. Yavuz‘un elbiselerini giydi. Fedaileri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip, fedaileri bertaraf edinceye kadar Sinan Paşa şehit oldu. Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzun idi: “Mısır’ı aldık, lakin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, alim bir mücahidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu. Yahya Kemal, bu hicranı şu şekilde ifade eder:
“On Mısr’a bir Sinan bedel olmazdı ey kaza
Kudretlu padişahı bu hal etti telh-kam”
(Ey kaza! Sinan Paşa gibi alim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı, işte bu durum -Sinan Paşa’nın feda edilmesi-, kudretli padişahı çok üzmüştür) Tarihin her devrinde, dev şahsiyetler, böyle seçkin kadrolarla devleşmişlerdir. Yavuz Sultan Selim Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merasimle Memlükler’in sarayına girdi. Devrin vakanüvisi, halkın, Yavuz’u Kahire’de karşılayışını şu şekilde anlatır. “Halk, Yavuz’un ihtişamını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengaverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevazı bir şekilde yürüyordu. “
20 Şubat Cum’a günü, Melik Müeyyed Camisi’nde okunan hutbede hatibin kendisinden
“Hakimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn..” diye bahsetmesi üzerine yaşlı gözlerle itiraz etti. Hatibin ifadesini: “Hadimul-Harameyniş-Şerifeyn..” olarak düzeltmesini istedi. Bunun üzerine halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hadimul-Harameyniş-Şerifeyn’liğini ifade etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.”