Bir okulda öğretmendi. Alışveriş yapmak için şehrin tanınmış büyük marketlerinden birinde ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Evde eline tutuşturulan listeyi tekrar tekrar gözden geçiriyor, aldıklarını eliyle sürüklediği arabanın içine bırakıyordu.

Ömür biter ihtiyaç bitmezdi. İhtiyaç bitmeyince de alış veriş bitmezdi. Tam da sebze ve meyvelerin yanındayken lise çağlarında genç bir kız, annesine elinde gösterdiği kitabı işaret ederek “anne ne olur bu kitabı alalım, fiyatı da çok ucuz, 6.90 lira, arkadaşlarım okumuş, çok beğenmişler”

Anne sesini kısarak “kızım onu alırsak diğer ihtiyaçlarımızı alamayız, sonra alalım” diye cevap verdi. Kız çocuğu ne kadar ısrar etse de anne kitabı almadı ya da alamadı. Genç kız biraz da boynu bükük bir şekilde kitabı yerine bıraktı.

Öğretmenin içi cız etti. Kitabı alıp hediye etmek istedi. Yanlış anlaşılırım ya da kız çocuğu ve ailesi mahcup olabilir diye düşündü. Kız çocuğunun yanına giderek “kitapçılardan daha uygun fiyata alabilirsin, üzülme” diyebildi. Cümleler boğazında adeta yumruk oldu büyüdü, yutkundu.

“Bir paket sigara parası, olmadı mı olmuyor işte, keşke o kitabı alıp hediye etseydim” diye evine gidinceye kadar söylendi.

***

Ezan okunmuştu. Vakit öğle vaktiydi. On yaşlarında bir çocuk elinde eskimiş ayakkabılarla camiye girmek üzereydi. Eski de olsa ayakkabılarını içerdeki yeni yapılan, kilitlenebilen ayakkabılıklara koyacaktı. Bir anda asık suratlı, şişman, göbekli bir adam caminin dış giriş kapısından çocuğu çevirdi.

“O eski ayakkabılarını buraya koyamazsın, dışarı bırak” diye kükredi, çocuğu adeta azarladı.

Çocuk bir adama baktı, bir de ayakkabılarına. Ayakkabılarını kucağına bastırarak camiden uzaklaştı. Bir daha o camiye gelmedi.

***

Mangal ateşinde demlenen çayın içimi de fena olmazdı hani. Çay ocağının sağına soluna, önüne arkasına serpiştirilmiş, yerleştirilmiş taburelere oturmuşlar hem çaylarını içiyorlar, hem de ülkenin ve yaşadıkları şehrin bitmeyen tükenmeyen sorunlarını çözmeye çalışıyorlardı. Çaylar tazelendikçe, dertler de tazeleniyordu. 

Kimi merkezî sistem vaaz ve ezan okuma uygulamasının sona erdirilmesine seviniyor, kimileri ise eleştiriyordu. Kimi Kobani olaylarına yorum getiriyor, kimileri “bunları asacaksın kardeşim, bunlar iyice azıttılar” diye tepkisini gösteriyordu.

Kimi de “besle kargayı oysun gözünü” diyerek yakanları, yıkanları, polise ve askere kurşun sıkanları kargaya benzetiyordu. Ama hangi kargaya? Leş kargalarına.

***

“Bak kardeşlerim” dedi, “size dünyanın başlıca yedi hatasını söyleyeyim mi?” Hatadan, sevaptan konuşuyorlar “hatasız kul olmaz” diyorlardı. Mümtaz Bey'in arkadaşları “söyle bakalım, neymiş bu dünyanın yedi hatası? diye öğrenmek isteyen bakışlarla ve merakla sordular.

Mümtaz Bey, kendinden emin bir şekilde elinde küçük notları okumaya başladı:

1-Emeksiz servet,                                     5- İnsaniyetsiz bilim,

2-Vicdansız zevk,                                       6-Ferâgatsız ibadet,

3-Kişiliksiz bilgi,                                          7-İlkesiz siyaset   

4-Ahlâksız ticaret, 

Herkes hayran hayran anlamış gibi sordu:

“Mümtaz Bey bu sözler kime ait, Peygamberimize mi? Mümtaz Bey başını gururla kaldırdı ve “hayır” dedi,”bu söz Gandhi'ye ait”.

Mümtaz Bey sanki dünyanın yedi harikasını anlatmış gibi mutluydu. Kimse bir şey demedi. İlim müminin yitiği idi, onu nerede bulursa, alması gerekirdi. Söyleyene değil söyletene, bir de söze bakmak gerekirdi.

***

Şehrin merkezinde, katlı otoparkın altında oto yıkama yağlamada arabasını yıkatmaya karar verdi. Otosunu yıkatırken küçük bir çocuk dikkatini çekti. Yıkama ustası bağırıyor, hakaret ediyor, kızıp duruyordu.

“Ustam niye bağırıyorsun, niye kızıp hakaret ediyorsun? Bu daha çocuk! Usta kızmaya devam etti:

“Bunlar Suriyeli, ben bunu parktan bulup getirdim, bu açlıktan ölüyordu, ben sahip çıktım”

“İyi ama yaptığın iyiliğin hayrını kaçırıyorsun, bu mazlum ve mağdur, bunlar muhacir sen ensar”.

 Usta yıkadığı arabayı köpürttükçe kendisi de köpürmeye devam etti. “La havle” çekti. “Tövbe tövbe” dedi. Suriyeli küçük Malik ise hiçbir şeye malik olamamanın acısıyla, küçücük bedeniyle yıkanan arabaları siliyor ve kurulamaya devam ediyordu, korkak ve ürkek.

Öğrendi ki haftalığı 20 lira, artı öğle yemeği, artı küfür ve dayaktı.

***

Küçük bir emlâk dükkânıydı. Üzerinde kocama bir tabela, Güven Emlak yazılıydı. Dükkânın üç bir tarafı bütün camlar,” Arsa, tarla, ev, daire, dükkân, hatta otomobil bile alınır satılır, tapu takibi yapılır” ilanlarıyla doluydu. Emekliler gelir, çaylarını içerler, bazen ortaklaşa yaptıkları yemeği yerlerdi.

Burada da her türden konuşma yapılırdı. Her biri bir din uzmanı, bir siyâset uzmanı, bir tıp uzmanı, bir eğitim uzmanı gibiydi.

Konu o gün evlilikti. Eşini kaybetmiş, dul kalmış erkek ve kadınların evlenmedikleri, evlenemedikleri, Türk erkeklerinin Suriyeli kadınlara talip oldukları konuşuluyordu.

Dul kalmış, eşini kaybetmiş yaşı yetmişleri geçmiş bir ihtiyarın, “baba istersen sana Suriyeli bir kadın bulalım” diyen oğluna verdiği “Oğlum, istersen biraz bekleyelim Ukrayna karıştı, Ukrayna dağılırsa oradan buluruz” şeklinde verdiği cevap, herkesi kahkahalara boğmuştu.

Türk Milleti böyleydi işte, dışa açılmayı severdi.

                                                        GÜNÜN SÖZÜ

BİR İNSAN BİR KAPLANI ÖLDÜRÜRSE SPOR, BİR KAPLAN BİR İNSANI ÖLDÜRÜRSE YIRTICILIK OLUR.

                                                                                                        Bernard Shaw

 

KAMİL BİRCAN

[email protected]