Normal hayatta birçoğumuz çok şeyi bildiğimizi sanırız hiç bir şey bilmediğimizin farkına bile varmadan. Oysa gerçek bilgelik bilmediğimizi bilmektir. Bir başla yanılgı da toplumun büyük bir kesitinin hayatın önemli iki merdiveni, dünyası ve ukbası gibi duran iki konu hakkında fikir serdetmesi, karar vermesidir. Oysa en fikir ortaya konulmayacak, en itina ve ihtimam gösterilecek bu iki konuda yanlış ve yanılgılı karar ortaya koymak, bünyemizin görünen ve görünmeyen iklimlerinde görünmez, telafisi mümkün olmayan, yaralar açmaya yeter ve artar bile.

Bu önemlisi ve hassas konunun ehas olanı ruhumuz ve uhremizi ilgilendiren din, diğeri de maddi yapımızla ilgili ticarettir. Şüphesiz ben bu birkaç sayfalık makalemde ticareti anlatacak değilim. Uhrevi hayatımız konusunda ahkâm kesmekten ise varesteyim. Ama onun görünen yüzü, ilk ulağı ve elden ele dolaşan hacimde küçük, taşıdığı değeri bazen bavulların bile alamayacağı bir evraktan bahsedeceğim. Kelime olarak yaban kökenli olmasına rağmen, daha düne kadar baş tacı edilen, evimizde ağır misafir koltuklarında oturtulan, cüzdanımızın nadiren el değen bölmesinde saklanan muhteremin, saltanatı sallanmış gözükmektedir.

Zamanlar ve mekânlar, adamına ve mevsimine göre değişken, sular yoluna ve iklimine göre akışkan, devlet çarkı da urbasına ve içinde bulunan namzet’ine göre yapışkandır. Yasaların, elbette bu konuda mürekkep yalayanlar tarafından birçok tarifi vardır ama biz ona: toplum düzenini sağlayan kurallar diyebiliriz. Bir başka ifadeyle; kötü niyetli insandan iyi niyetli insanı korumak için konulan kurallardır. Malum, bu kuralları koyan organ, meraklıları tarafından üç aşağı beş yukarı bilinmektedir. Merak etmeyenlerinde merak ettiklerinde öğrenebilecekleri vasıtalar her köşe başında mevcuttur. 

Yaban kökenli bu hazeratın, her hal ve hareketi insanlar arasında itelenmelere, itilmelere kucaklamaya veya kucaklanmaya vesile olmuştur. Hacimce küçük bir kâğıt üzerine yazılarla serpiştirilen kurallar yumağı eskiden, asıl icat ediliş maksadına amade olarak, elinde bulunduranın içini ısıtan, elinden kaçıranında sinesi yakan kâğıttan bir kor parçasıyken, son versiyonu ile etki tepki alanı değiştirmiştir bizce. Birisine yanlışlıkla çek demek bedduadır. Söylenmemesi ve dilendirilmemesi gerekir. Beddua da malum, insan soyundan gelenlerin kendi hemcinslerine söylemesi şöyle dursun, yaradandan ötürü yaradılan'a bile söylenmemesi gereken kelamı galizdir.

Aslına bakılırsa insanın teknolojiyle halveti, onu iyiye mi yoksa kötüye mi götürdüğü yolundaki savlar üzerinde düşünülmesi, kafa yorulması gereken konulardandır. Tabi hemen bazılarımız malumun ilamı şeklinde ki elektrik, ulaşım gibi bazı konuları öne alarak teknolojinin faziletlerini sayıp indirecektir. Peki, para icat olmasa ne olurdu acaba? Sözüm ona ekonomik gücüne güvenerek insan yığınlarını karınca yığınlarından daha aşağı gören, Yaradan’ın eşrefi mahlûkat yaftasıyla yücelttiği insana kinayeten, onun emrine amade edilen behaimi daha üstün gören, insanın toplumdaki değeri ve yeri ne olurdu?..

İlkçağlarda olduğu gibi takas, güç değişimi devam etseydi acaba eşrefi mahlûkatla esfeli mahlûkat arasındaki uçurum kapanabilir miydi? Kendini puluyla piyasada tanıtanın pulu elinde kalsaydı hali nice olurdu? Ama öyle olmadı tabi. Bileği güçlü olan bir şekilde değneği kapmış arkada kalan insanların başına geçip oturmuştur. Güdülen insanlar arasından çıkan çatlak seslere zaman zaman payeler verilerek susturulmuş, güya haklının hakkını alacağı hususunda yanında devlet erkinin olacağı vaatleriyle sesi kıstırılmıştır.

Resmi tarihinde inkâr edemediği gerçek: idare edenlerin idaresine karşı başlatılan isyanı bastırmak ve güya zayıfın hakkını korumak için toplumu düzenleyen kurallar ortaya konmuş ve bu kuraları çiğneyenlere cezai müeyyideler uygulanmaya başlanmıştır. İşte bu bağlamda ticari hayatın en uç noktası olan paranın elden ele dolaşımının bazı zorluklarla, tehlikeler arz edeceği gerçeği de göz önünde bulundurularak “kıymetli evrak” adı altında bazı evraklar düzenlenerek yasayla koruma altına alınmştır.

Kıymetli evrak’ın ortaya atılmasının en başta gelen nedenleri; ülkeler arası ticari ilişkilerin gelişmesiyle aralardaki mesafelerin ortadan kaldırılması ve ülkelerin kendi içindeki ticaret haçmininde günden güne gelişme arz etmesi gösterilmektedir. Zira tonlarla ifade edilen ‘mal’ın bedeli bir kâğıt parçasına sığdırılmakla ticari işlemin kolaylığı, ekonomik değerinin kolayca taşınıp muhafaza edilmesi, teminat altına alınılmaya çalışılmıştır. Şaşmaz kural bellidir. Ürettiği veya zilyedi altında tuttuğu taşınır veya taşınmaz malın karşılığında elinde hakkını ispat eden bir vesikanın bulunmasıdır. Alacaklın veya üreticinin elinde alınterinin karşılığında bir evrak kalmıştır.

 Zira yasa koyucu bu evrakla, taşıyanı yani emeği korumuş olacaktır. Hiç bir zahmete katlanmadan ‘malı’ üreten, kar yapmak maksadıyla bir başka üretici veya satıcıdan temin eden satıcının, satmış olduğu mala mukabil verdiği hakkın yasayla koruma altına alınmasıdır. Bir başka ifadeyle elindeki varlığını bir evrak mukabilinde başkasına devreden iyi niyetli insanının, kötü niyetli insana karşı devletin yetkili organları tarafından korunması.

Yasaya göre bu evrak’ın karşılığını bulundurmamak suçtur ve müeyyidesi vardır. İşte konumuzun özü de bu bağlamdadır. Çünkü yasa koyucu bu yasanın adını “çekle ödemelerin düzenlenmesi ve çek hamillerinin korunması hakkındaki yasa” diye nitelemiştir. Borçlunun borcunu nasıl ödeyeceğini belirlerken asıl önemli olan, alacaklının hakkının korunmasının sağlanmasıdır. Çünkü bu olayda ‘mal’ elinde iken alıcının, ‘mal’ elden çıktıktan sonra da satıcının korunması gerekmektedir. Satıcının emeğinden geri kalan, etrafı bilinmeyen nadide taşlarla süslü kâğıt parçasıdır. O taşlar ki, asil evrak’ı elinde bulunduranın hakkını zayi etmeden geriye verecektir.

Yasa koyucu, ilk çıkardığı bu kıymetli evrak’ı, karşılığı olmadan verenlere bu evrakla ilgili hesap açma ve evrak’ı keşide etme yasağına uğratmasının yanında; 1–5 yıl arasında bir hapis cezasına da mahkûm etmekle alacaklının hakkının korunması yoluna gitmekteydi. Bundan sonraki düzenlemeyle ‘hapis’ cezasızına ilaveten çek bedeli miktarı kadarda para cezası getirildi. Tirajı komik bu para cezasın ödenmesi gereken merci de suyun gözünde oturan sultandır. Sultan güzellik uykusunun mahmurluğundan mıdır bilinmez ne düşündüyse borçlu ile alacaklı arandaki bu hak kavgasında pazularını şişirmiş masaya yumrunu vurarak borçlunun kulağından çekerek kaç liıra borcun varsa bana da o kadar para ödeyeceksin demiştir. 

Bu devlet sultanın Çek hamiline karşı avukatlık ücreti ve mahkeme masraflarını üstlenecek dava açıp dava sonuçlandıktan sonra ortaya atlayıp –mafya gibi- borçludan çek bedelini bana ödersen seni mahkûm olmaktan kurtarım demesinin anlaşılır yanı yoktur. Olsa olsa sizin bu davayı bizim aradığımız memurlar gördü ve sonuçlandır da ondan bu parayı istedi seklinde yorumlansa vatandaşta o memurların ve avukatın parasını ödedi.

Sahi sen ey vatandaş borçlu olsan ne yaparsın? Asıl alacaklıya mahkeme masrafı, avukatlık ücreti, asıl alacağın faizi gibi ferilerini mi ödeyerek mahkûmiyetten yırtarsın yoksa sultanın ‘asıl parayı ver gerisi gerekmez’ bonkörlüğüne mi kapılırsın? 

Bu sorunun cevabını bulmak için Aristo’nun ahlakına ihtiyaç var mı?..

Bu kıymetli evrakı ne menem şeyse, önceden taşıyanın yani alacaklının elini ve içini ısıtırken şimdide onu verenin elini ısıtacaktır. Yeter ki verecek birini bul ve ver. Artık son haliyle müeyyidesi sadece ve sadece bankalarda hesap açtırmak ve kullanılmasının yasaklanmasıyla sınırlanan kıymetli evrak’ın kıymeti, verebilecek birinin bulunması ve elden çıkarılmasıyla sınırlandırılmıştır. Haa, adli para cezası da idari paraya çevrilmiştir. Şimdi esnaf dükkânlarındaki o malum veresiye verenle vermeyen tabelasındaki alacaklının düşünceli halini yeniden gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz. Borcun varsa ne gam. Alacağın varsa vay haline… Kıymetli evrakla ilgili adli para cezasının idari para cezasına dönüştürülmesindeki maksat ise, alacaklının alacak bir şey bulamaması halinde saçlarını yolmaktan başka yapacak bir şeyinin olmamasıdır. Varsa, kalmışsa eğer…

Asıl hedefi böyle çerçevelediğimizde üreticinin veya satıcının korunması, evrak’ın korunmasıyla yakinen ilintilidir. Borçlar kanunun geçmişine göz atılırsa, borcunu ödemeyenin malının haciz edilmesi mefhumu ilk icra usulünün ikinci aşamasıdır. Şöyle ki; eski Roma hukukunda alacaklı, borcunu ödemeyen borçlunun malı yerine şahsının sahibi olurdu. Onu bir mal gibi istediği şekilde çalıştırır, bir başkasına satar yakut da canını alırdı. Şayet alacaklı birden fazla ise, borçluyu kendi aralarında öldürdükten sonra alacakları nispetinde paylaşırlardı.

Zikredilen vahşetten, paranın zoraki insan siluetlerinden daha az değerli olduğu konumuna geçiş, zamanla yine azınlıkların çoğunluğa karşı tahakkümüne yapılan baş kaldırışta olduğu gibi, yeni baş kaldırışlara verilen sus paylarından öte bir şey değildir. Kendisini kaymak tabaka addederek, emirler, fermanlarla çoğunluğa buyruklar yağdıran mutlu azınlık, bu fermanlarında çoğunluğun güdülmek için yaratıldığı fikrini empoze etmekten vazgeçmemiştir. Bunca ısrar ve isyana karsı mutlu azınlık, baskın çoğunluktan canlarını kurtarırken esasen olmayan mallarının alınmasına müsade bonkürlüğünde devam edeceğini beyan etmiştir.  Bu, borcun ifasının ikinci aşamasıdır. Geçiş, yöneliş, hümanizmedir. Bu aşama güdenin lütfüyle değil güdülenin isyanıyla kaydedilmiştir.

Tarihte bu düzenleme, daha, hayali şirketlerin, holdinklerin, hayali satışların düzenlenmesinin icat edilmediği, düşünülemediği, her ne kadar dünün insanın kendilerine zalim yaftasını layık görse de, günün insanı tarafından kendilerine insanlık payeleri dağıtılması gereken güdücülerin yaşadığı dönem için geçerlidir. Oysa bu gün, teknolojini tüm imkânlarıyla çalışılarak elde edilen alınteri, üretimden uzak, sözde tröstlerin midelerine bayram ettirirken, üreticinin arefe sabahındaki bayram sevincini bir başka bayrama ertelemiştir.

En son çıkması muhtemel yasayla, borçlunun evindeki ihtiyacı olan eşyalarla, mesleki faaliyetinin icrası için elzem olan eşyalarında haciz edilememesi, alacaklıya ilk Roma da olduğu gibi –Allah muhafaza- borçlunun kendisine -istemeyerekte olsa- sahip çıkmasından başka çıkar yol bırakılmamıştır. Alacaklı, kanun koyucu tarafından korunmayan hakkının yerine getirilmesini, maazallah, iki candan biriyle ödeme yoluna gitme ihtimaliyle karşı karşıyadır, düşüncemizce… Tabi, bu yeni kıymetli evrak yasasıyla, küçük esnaf ve satıcının yarım ekmeği elinden alınırken, tröstlerin heybelerine bir yenisini daha ekledikleri yönünde hareket edildiği yönünde kötü niyet beslemezsek...

Çekmek teslimiyetçi insanların “kaderde varsa çekeriz” ilkesine sığınılarak yapılan, güçlünün elinde pimi çekilmeyi bekleyen bir bomba olursa, hem taşıyanı hem de ona o bombayı vereni yaralayacak, beklide yok edecektir günün birinde. Çekmek, kuzu postunda kurdun elinden olunca daha yaralayıcı daha yıpratıcı olacağı kanaatını taşımaktayız. Kuralların asıl hedefi, haksıza karsı haklıyı, güçsüze karşı güçsüzü korumaksa eğer, o kurallar güçlüler tarafından konulmalıdır. En azından güçlünün yanında güçsüzünde durmasına izin verilmeli konu hakkında diyecekleri dinlenmelidir… 

Çektirmek, yandan, yandaştan, hatta karındaştan olursa ki bu böyledir, telafisi mümkün olmayan toplumsal yaraların eşikte olduğunun habercisidir. Zira bu gün güç, ekonomik güçtür. Para kimdeyse o bey, kimde değilse o da beyliktir. Beylikler baki beyler izafidir. Dünün beyleri, günün birinde beylikler içinde tebaa olacağını unutmamalı, elinde bulundurduğu asayı ne tarafa sallayacağının hesabını iyi yapmalıdır. Sultasını, yarın kendisi içinde lazım olacak şekilde kullanmalı, bugün yaptığından yarın pişman olmalıdır.

Bu gün kendisini suyun başında gören çoban, sürüsü içinde bulunan zayıfın, düşkünün hakkını korurken, aslında kendi hakkını koruduğunu unutmamalıdır. Çünkü değnek, kendinde ebedi değil geçicidir. Geceyle gündüz, dünle bu gün gibi. Aksi halde değnek el değiştirse ona da çekkk… yasası deyiverir günün birinde…