Geçtiğimiz hafta Ramazan Bayramımızı yaşadık ama hakkıyla kutlayabildik mi?

Oruç tutan mü’minlere Allah’ın lütfu olan Ramazan Bayramını, kalbimizden gelen bir neşe, gönlümüzden kopup gelen bir sürur ve sevinç içinde kutlayabildik mi?

Rahmet ve mağfirete ulaşmış, sonunda da cehennemden azad olmuş olarak girdiğimiz Ramazan Bayramımızı, içimiz burkulmadan, burnumuzun direği sızlamadan, boğazımız düğümlenmeden, gönül rahatlığı içinde yaşayabildik mi?

Bu soruların cevabı kocaman bir HAYIR!

Halbuki, Allah’ın Müslümanlara bahşettiği bayramımızı sevinçle, neşeyle, coşkuyla kutlamamız ve yaşamamız gerekirdi.

Ancak ne var ki, İslâm coğrafyasının büyük bir bölümü kan revan içinde iken, kardeşlerimiz zulüm altında inlerken, suçsuz günahsız küçücük bedenler bombalar altında can verirken ve bizler bu kan dondurucu fecaatleri film izler gibi izlerken bayram yapmamız, bayramımızı bayram gibi yaşamamız mümkün olmadı.

Binlerce Müslümanın evsiz barksız kaldığı, on binlerce mü’min kardeşimizin yiyecek ekmeğe, içecek suya muhtaç hale geldiği, toplu ölümlerin yanında, yaralıların gerekli ilaçlar bulunmadığı için gözler önünde yavaş yavaş ölüme gittiği, bizlerin de bu manzaraları çaresizlik içinde, acıyla kıvranarak sadece seyretmekle yetindiğimiz bir ortamda, Allah’ın ihsan ettiği bayramımızı heyecan duyarak, içten, gönülden hissetmek ve yaşamak ne mümkün?

Yakınlarımızın bayramlarını tebrik ederken, kelimeler boğazımızda düğümlenip kalıveriyor. Kendimizi ne kadar bayramın havasına kaptırmaya çabalasak da, gözümüzün önüne dizilip kalan acı ve ızdırap dolu manzaralar buna imkân vermiyor.

Bayrama kavuşmanın sevinci ve mutluluğu içinde olmamız gerekirken, evinde, kumsalda veya parkta oynadığı esnada bir anda bombaların altında cansız kalıveren Gazze çocuklarını kafamızdan, beynimizden ve gönlümüzden çıkarmamız mümkün olmuyor.

Bayramlarımızı iştiyak içinde kutlamamız gerekirken, bir mü’min kadının gözyaşları içinde arşı alayı titreten “dünya nerede, Müslümanlar nerede?” feryadını duymamak, bu haykırışa duyarsız kalmak mümkün olamıyor.

İçimiz yanıyor, gözyaşlarımız sessiz sessiz akıyor, bayramlarımızdan zevk alamıyoruz, kelimelerle beraber lokmalarımız da düğümlenip kalıyor boğazımızda… Büyük bir çaresizlik içinde sadece dualarımızı ulaştırabiliyoruz onlara… Bu hasletleri de taşımıyor olsaydık, bu acıları, bu yürek yangınlarını duymamış olsaydık, imanımızı sorgulamamız gerekirdi.

Miracın ilk durağı olan Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Filistin 70 yıldır kan ağlıyor. Suriye, Mısır, Libya, Irak, Doğu Türkistan, Arakan ve daha nice ülke Müslümanlarının ahları yıllardır arşı âlâyı inletiyor. Dünyanın gözü önünde Müslümanlar bir bir yok ediliyor.

Küçücük çocuklarla beraber insanlık onuru da öldürülüyor. Ve gökten yağmur değil, durmadan bombalar yağıyor kardeşlerimizin üzerine…

Su değil, oluk oluk kan akıyor İslâm ülkelerinin caddelerinde… Sokaklarda bekleyen onlarca, yüzlerce ceset hayvan ölüsü değil, ruhu cennete uçmuş suçuz günahsız cansız insan bedenleri… Ve biz bayram yapıyoruz buruk bir şekilde, içimiz kan ağlayarak…

Müslümanları yıkan; Milli şairimizin, “Tek dişi kalmış canavar” dediği batının tavrından ziyade, bu zalim gidişata hiç sesi çıkmayan İslâm dünyasının satılmış liderlerine… Sözün ve insanlığın bittiği yerdir burası… Müslümanların kaybettiği büyük bir imtihan alanıdır şu anda İslâm diyarları…

Acı, ızdırap, ölüm, kan, gözyaşı, feryat, figan olmadan nice bayramlara ulaşmak niyazıyla…

19 MAYIS’IN TARİHÇESİ

Dini Bayramın hemen ardından milli bayramı yaşadık. 19 Mayıs gününü bayram yapan olayın tarihçesini her Türk gencinin bilmesi gerekir.

Sultan Vahdeddin Han, ülkenin kurtuluşunun işgal altındaki İstanbul'dan gerçekleştirmenin mümkün olamayacağını biliyordu ve bu sebeple işgalci güçlere karşı Anadolu'da teşkilatlanmaya karar verdi. Ama bu nasıl olacaktı? Hep bunu düşünüyordu.

İngilizler, kendisinden işgalci güçlere karşı mücadele veren halkı teslim olmaya davet etmesini istedi. Bunu fırsat bilen Sultan Vahdettin, görünüşte direnişleri yatıştırmak, esasında ise devleti kurtaracak teşkilatlanmayı başlatmak üzere Anadolu'ya bir heyet göndermeyi kararlaştırdı.

Araştırmacı-Yazar Vehbi Vakkasoğlu, Timaş Yayınlarından 1990 yılında neşredilen "Son Bozgun" adlı araştırmasının birinci cildinde, Mareşal Fevzi Çakmak'ın ağzından Sultan Vahdeddin'in, Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya Milli Mücadele’yi başlatması için gönderdiğini yazar. Hatta Mareşal'in bu olayı uzun yıllar sır gibi sakladığını söyler.

Kitapta yer aldığına göre Fevzi Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım'a "Fitnat. Öyle bir şey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeye" der ama ısrarı sonucu eşine anlatır. Fevzi Çakmak Paşa'nın Fitnat Hanım'a anlattıkları söz konusu kitapta şöyle yer alır:

"Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdeddin beni huzuruna kabul etti.

Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu'da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu'da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin."

Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:

"Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?"

"Haşa Padişahım."

"Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?"

"Haşa Padişahım."

"Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?"

"Hayır efendim. O bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir."

"O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?"

Hiç düşünmeden cevap verdim:

"Padişahım, Mustafa Kemal Paşa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır."

Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:

"Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendisine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa'yı göreceğim."

Sultan, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermeye karar vermiştir.

Mustafa Kemal, Samsun’a hareket etmeden bir gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yıldız Sarayı’na giderek Padişah Vahdettin’le görüşmüştür.

Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştır:

Şimdi Atatürk’e kulak verelim: “Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Topları sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımızı sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

‘Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir. (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). ‘Bunları unutun’ dedi. ‘Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!”

Bu görüşmeden sonra Mustafa Kemal Paşa büyük yetkilerle ve büyük imkânlarla Anadolu’ya gönderilir. Anadolu'ya giden heyet İstanbul'un tam desteği ile gitmiştir.

Sultan Vahdettin, Anadolu harekâtına el altından desteğini sürdürmüş, İstanbul'dan silah, para, mühimmat ve insan gücü göndertmiştir. Öyle ki, Hilal-i Ahmer Cemiyeti çeşitli yardımlar adı altında topladığı paraları ve muhtelif malzemeyi bir şekilde Anadolu'ya ulaştırıyordu.

Bu imkânlarla Milli Mücadele başladı ve TBMM kuruldu. Anadolu harekâtı İstanbul'un verdiği destekle teşkilatlanmasını sürdürmüştür. Bunların bilinmesi elzemdir. Sağlıklı ve mutlu yarınlar efendim.