Yaşar Barışık, belki de soyadından mütevellit kendisiyle olduğu kadar toplumla da barışık bir insan. Silleli’dir ve Sille kültürüne hâkimdir. Almanca öğretmenliği ve okul idareciliği yaparak emekli olduktan sonra Medrese mahallesi muhtarı seçilerek halkın hizmetinde oldu. Tercümanlık yaptığı yıllarda Konya fotoğrafları koleksiyonu oluşturmaya başlayan ve bu konuda kaynak kişilerden biri haline gelen Barışık iki dönemdir de Feritpaşa Mahallesi muhtarlığı yapıyor. Onunla söyleşi yaparken Sille’den, Medrese ve Feritpaşa mahallelerinden, musikiden, hele hele Konya meczuplarından bahsetmek olmazdı.

Parsanalı Mustafa amca çok ilginç bir şahsiyetti. Uzun yıllar çalıştığım iki  Gazete Kapu Camii civarında olmasına rağmen Mustafa amca ile irtibat kurmamıştık ama sonra biir gün o bizden talepte bulundu ve aramızda bağ oluştu. Parsanalı ile ilgili bir hatıra nakleder misiniz?

Kapu Camii müdavimi olan Parsanalı Mustafa amca 108 yaşında vefat eti. Onun çok farlı halleri vardı. Bir gün, Emekli Gençlik ve Spor İl Müdürü Necati Yeğenoğlu bana telefon edip, Ankara’dan bir misafiri ile bana geleceklerini söyledi. Biraz sonra da Konya Eski Emniyet Müdürü Mehmet Aksu ile birlikte geldiler ama Aksu beyin çay içmeye bile tahammülü yoktu, “Beni Parsanalı Mustafa amcamızın mezarına götür” diye ısrar etti. Muhtarlıktan çıkıp kabristana vardık. Mezara yaklaştıkça Mehmet beyin gözünden yaşlar dökülmeye başladı. Mustafa amcanın kabri başında, edeple durup epeyce dua etti.

Meğer Mehmet Aksu Bey Konya Emniyet Müdürlüğüne tayin edildiğini öğrenince gelmek istememiş ve tayinini durdurmak için gayret etmiş. Ama üç gece üstü üste Lâdikli Ahmet ağa rüyasına gelip, “Mehmet’im, Konya’ya hizmet vazifesi sana verildi. Oraya git vazifeni yap” demiş. Bunun üzerine tayini durdurmaya uğraşmaktan vazgeçip Konya’ya gelmiş. Şehri tanımak üzere gezerken de Kapu Camiine varmışlar. Parsanalı Mustafa’yı merdivenlerde oturur halde görünce yanına varıp hatırını, bir isteği olup olmadığını sormuş. Tanıyanlar bilir, Mustafa amcanın dili peltek olduğu için erbabı dışında pek kimse ne söylediğini anlayamazdı. Müdür bey elini öpüp yanından ayrılmış.

Sonra Cuma günü namazın ardından Mustafa amca Müdür beyi ziyarete gitmiş. Makama çıkarmadan önce yemek ikram etmişler, sonra Müdür beyin yanına götürmüşler. Çay içerken oturduğu yerden kalkan Mustafa amca Konya haritasının yanına vardıktan sonra dili çözülmüş ve çok güzel bir lisan ile işaret ettiği yerlerde söylediği zamanlarda tedbir alınmasını tavsiye etmiş.

Parsanalı çok özel bir insandı… 1970’li yıllarda Konya’dan iki arkadaş Uşak’a gidip bir otelde konaklamışlar. O gece yarısından sonra bizim arkadaşım yattığı ranza deprem oluyor gibi sarsılınca telaşla uyanmış. Bakmış ki karşısında Parsanalı Mustafa amca var. “Kalkın, hemen buradan çıkın, deprem olacak” diye haber vermiş. Bu sırada diğeri de uygun. Giysilerini, eşyalarını alıp aceleyle dışarı çıkmışlar. Bir yandan Parsanalı’yı aramışlar ama yok. Bizimki rüya gördüğünü düşünürken meşhur Gediz depremi olmuş. Daha sonra Konya’ya gelen arkadaşların karşısına çıkan Mustafa amca, “Size depremi nasıl haber verdim ya?” demiş.

Allah rahmet eylesin; Parsanalı Mustafa amcanın Kapu Camiinde kılınan cenaze namazında Tahir Büyükkörükçü Hocanın cenazesindeki cemaate yakın insan vardı.

10 1

Mahallenizde epeyce tarihi mekân var. Bunlardan bahseder misiniz?

Ulaşbaba Türbesi mahallemizdedir. İlk muhtar olduğumda burası virane durumdaydı. Temziletip düzenleme yaptırdım ve hasbelkader türbedarlığını yapıyorum. 15 yıldır oranın bakım onarımını, cuma günleri ziyaret edilmesini sağlıyoruz.

Ankara yolunda Taka restoran civarında Kesikbaş ve Kalenderbaba türbeleri var. Belediye çevre düzenlemesini yaptı ama ziyarete açamadık.

Musalla mezarlığında Cennet Çukurunda Anadolu Ajansı ve bazı televizyon kanallarıyla programlar yaparak, bin 887 adet Alperenin orada yattığını anlatım.

Konya’da medfun bulunan 18 Peygamberin dördü Musalla da Cennet Çukurunda yatmaktadır. Eskiden Nalçacı ve Musalla civarı bataklıkmış. Oranın diğer bir özelliği daha var. 1989 yılında kapatılan kuyu var. 1989 yılına kadar hacca ve umreye gidenler dört-beş litreden fazla zemzem getiremezlerdi. Bu insanlar p kuyudan su alarak, getirdikleri zemzeme karıştırıp ikram ederlerdi. Neden mi bu kuyudan su alırlardı? Sebebi; zemzem kaynağının bir kolunun bu kuyu olduğu hocalar tarafından anlatılırdı.

10 3-1

Biraz da Sille kültürü üzerine konuşalım…

Nerede o eski Sille? Nerede o Sille’nin Dimrit üzümünden, çiğnenerek yapılan pekmez? Nerede o Rumca adı Gavinna olan tuzlu kurma balık?

Kurma balıkları azık torbasına koyar, bir elimizde su testisi ile bağa çalışmaya giderdik. Kazara testiyi kırmışsak susuz kalır, tuzlu kurma balığı yedikten sonra dudaklarımız tevserir, üzerine yediğimiz Dimrit üzümüyle susuzluğumuzu giderirdik. Kurma balığın yenme zamanı bağ bozumu mevsimiydi.

Gölge olmasınlar yeter! Gölge olmasınlar yeter!

Bağ bozum zamanında Gereğler denilen etkinlikler yapılırdı. Bu Sille’de yaşayan Hıristiyan Türklerin geleneğiydi. Eğlence olur, şarkılar türküler okunur, iğde yaprağı ile pekmezköpüğü yenirdi.

10 4

Silleli Hıristiyanlar dediğiniz Rumlar mı?

Hayır. Sille’de yaşayan Karamanlı Hristiyan Ortodoks Türklerdir. Bunlar Sille’nin Selçukların son döneminde Silleye gelip yerleşmişler. Muhtemelen Karamanoğulları’nın işgal dönemdir. 1924 mübadele döneminde bunlar da zorla Yunanistan’a gönderilmişler.

Yani Sille de Rum değil, Hıristiyan Türkler vamış. Bununla ilgili bir hatıram var. 1989 yılının yaz mevsiminde Mevlânâ Türrbesi önünde Almanca rehberliik yapıyordum. yaşlı bir bayanın elindeki kitabı dikkatle okuduğunu gördüm. Fark ettirmeden kitabın adına baktım. Almanca bir kitaptı. Yaklaşıp Almanca olarak, “Merhaba bayan, size yardımcı olabilir miyim” diye sordum, Kadın, “Tabii, ben de yardımcı olacak birini arıyorum” diye cevap verdi. Elindeki kitabın okdupu sayfasını gösterdi. Sille’yi okuyordu ve Sille’ye gitmek istediğini söyledi. Ben gülümseyince, “Orayı biliyor musun?” diye sordu. Bunun üzerine nüfus cüzdanımı çıkarıp “Sille ibaresini” gösterdim. Kadın bana sarılıp, “Beni oraya götür” dedi. “Arabam yok, otobüsle gideceğiz” dedim. “Olsun, yeter ki gidelim” diye karşılık verdi.

Kayalıpark’tan otobüse bindik. Beşyol’a gelmeden bana dönüp, “Bay Barışık, nereye gidiyoruz?” diye birkaç defa sordu. Ben her seferinde,” Sille’ye gidiyoruz” dedikçe, “Hayır” diye karşılık verip sonunda, gözleri dolarak, “Doğduğum topraklara gidiyoruz” dedi. Hikâyesini de Beşyol’u geçtikten sonra anlatmaya başladı. Şöyle demişti:

“Biz 1924’deki mübadelede Yunanistan’a gönderildiğimizde Yunanlılar bizleri kabullenemedi. (Sizler Hıristiyan’sınız, fakat Türk asıllısınız” dediler. Bizi Girit ve Rodos’a sürüp ikinci, üçüncü sınıf insan muamelesi yaptılar. Babam da bizi alıp sülalece Almanya’ya kaçırdı. Biz Almanya da sekiz on yıl Türk gelenek ve göreneklerine göre yaşadık, Türkçe konuştuk.. Türk yemekleri yaptık. Ancak ikinci üçüncü kuşağımız maalesef Alman’laştı.” Sille’ye vardığımız da otobüsten iner inmez yere uzanıp toprağı öptü. Bu tablo beni çok duygulandırdı.

Memili Tatlı sanayici isminde bir arkadaşımız vardı. Bir grup arkadaşıyla ticaret için Yunanistan’a gitmişler. Yolda Türkçe konuşarak yürürken arkalarından biri, “Silleliler” diye bağırmış. Bunlar önce gaipten ses duyduklarını zannederler ama arkalarından iki büklüm yaşlı, kısa kollu, kısa donlu bir ihtiyar gelip, “Siz Silleli değil misiniz?” diye sorar. Memili, “Silleli değil, Konyalıyız” deyince kenardaki çay bahçesine davet eder. Adam, “Silleli değilsiniz ama Silleli gibi konuşuyorsunuz” demiş. O adam da Sille’den 1924 de mübadelesinde zorla gönderildiklerini ama Türkçeyi ve Türk geleneklerini unutmadığını söylemiş. Memili internetten benim sayfamı açıp adama gösterince ağlayarak seyretmiş.

10 5-1

Dimrit üzümü Sille’ye özgü bir yemiş miydi?

Evet. Sille’de yetişen üzüme Dimrit denirdi. İnce kabuklu siyah Pekmez, Dimrit üzümünden yapılan pekmez çok leziz olurdu. İçine beyaz üzüm koyulmazdı. Çizmelerle çiğnenen üzümler ezilip suyu çıkarılır sonra ak toprak dediğimiz pekmez toprağı katılarak sabahtan akşama, yahut akşamdan sabaha kadar dinlendirilerek kaynatılır, dibine çöken toprak ve yüzüne çıkan kef, yani tortu alındıkça pekmez ortaya çıkardı.

İki kültürlü Sille’de halk arasında münasebetler nasıldı?

Bizim yaşayıp tanık olduğumuz bir dönem değildi ama büyüklerimizin anlattıklarıyla biliyoruz. Hıristiyanların cenazesiyle Müslümanların düğünü aynı zamana denk geldiğinde, Müslümanlar, düğünlerini kapalı yerde yapar, çevrede çalgı sesi duyulmazmış. Aynı şekilde, Müslümanların cenazesi olduğunda da Hıristiyanlar saygıda kusur etmez, siyah kıyafetler giyerek hüzünlerine ortak olurmuş. Ramazan ayında Silleli Hıristiyanların açıkta bir şey yiyip içtiğini gören olmazmış.

Aralarında hiç kavga, husumet olmamış mı?

Bize nakledildiğine göre sadece bir olay yaşanmış. Sille’de Gayri Müslim bir kız ile Müslüman bir delikanlı birbirlerine aşık olmuşlar. Aileleri başta bu aşka karşı çıksa da kız ile oğlan evlenmişler. Kız zamanla Müslüman olmaya da meyledince Hıristiyan olan ailesi buna karşı çıkmış ama İslâmiyet’in tesirine kapılan kız yine de Müslğman olmuş. Fakat bu aşk bir husumet, düşmanlık getirmemiş. Bu konuyu araştıran bir yazar arkadaşımız da roman olarak yazmıştı.

Almanca öğretmeni ve muhtar olmanıza rağmen fotoğraf koleksiyonunuzla tanınıyorsunuz. Fotoğrafa ilginiz ne zaman başladı, arşiviniz hakkında bilgi verir misiniz?

İyi derecede Almanca bildiğim için 1984-85 yıllarında Mevlânâ meydanında turizm rehberliği yapıyordum. Tarihi ve turistik yerleri gezerken gördüğüm yerlerin fotoğraflarını çekmeye ve toplamaya başladım. Silleli Pirali İsmail ağanın fotoğraflarını da araştırıp derlemeye gayret ettim. Sille dergisinde hem İsmail ağanın hem de hikâyesi olan şahısların anılarını ve fotoğraflarını yayınladım.

Rehberlik nedeniyle Konya’nın tarihi değerlerini gezip gördükçe hem eski fotoğraflarını hem de eski insanların fotoğraflarına karşı merak uyandı. İnsanlara, “Lütfen tozlu sandıkları açın, burandan, sizin için değeri olmayan ancak Konya için tarihi önem taşıyan bilgi, belge ve fotoğraflar çıkabilir. Bunları benimle paylaşın” dşye rica da bulunmaya başladım. Ricaalarım karşılık buldu, bana yüzlerce fotoğraf gelmeye başladı. Fotoğraf arşivciliğine bu şekilde başladım ve şu anda herhalde üç binden fazla fotoğrafım var. Bu özelliğimi bilen Anadolu Ajansı, “Konya’nın yaşayan hafızası” başlığıyla haber yaptı.

Fotoğrafları evimdeki bilgisayarda arşivliyor, ihtiyacı olanla paylaşıyorum. Üniversite talebeleri ve hocaları da araştırdıkları konuyla ilgili fotoğraf temin etmek üzere geldiklerinde paylaşmaktan imtina etmiyorum.

Arşivimde Konya’nın geçmiş zamanlarını gösteren tarihi fotoğraflar var. Konya’da yıkılıp yok edilmiş tarihi eserleri fotoğraflarda görebiliyoruz. Konya Kalesinin surlarına ait kalıntılar bundan yüz yetmiş yıl önce ayaktaymış ama sonraki zamanda taşların sökülerek kalenin yok edildiğini fotoğraflardan anlıyoruz. Selçuklu Kalesi fotoğrafları, Efltun Mescidi ve daha pek çok tarihi eserin fotoğrafına sahip olmak için çok gayret sarf ettim.

10 6

Sizin bir de musikişinas yönünüz var. Biz canlı olarak henüz terennüm etmedik ama iyi darbuka çaldığınız anlatılır. Musiki ile alâkanız nasıl başladı?

Ben beş-altı yaşlarındayken şimdi Kule Site’nin olduğu yerde Musalla bağlarında annemlerle üzüm topluyorduk. Babam kırmızıyı çok sevdiğim için bana kırmızı üç tekerli bir bisiklet almış. Bir de yanına küçük bir dümbelek bir dümbelek alıp getirmişti. O yıllarda dümbelek diyorduk ama bu çalgının adı sonradan darbuka oldu. Babamın dayısı Silleli İbrahim Berberoğlu divan sazı sanatçısıydı. Babam da cura ve ud çalardı. Onlara imrenirdim. Babam da bu ilgimden dolayı bana dümbelek almış. O üç tekerlekli bisikleti sürerken bir yandan da dümbelek çalardım.

Altı-yedi yaşıma geldiğimde, uzaktan da akrabam olan Konya’mızın meşhur ud ve ses sanatçısı Ahmet Özdemir abinin yanında kınalara gitmeye başladım. Bu şekilde musiki kültürümü ilerlettim. Şu anda da Konya ve Sille olarak adlandırılan Barana ekibimizde halen ritim çalmaktayım. TRT ve Konya televizyonlarına yıllarca program da yaptık. Hala da özel veya devlet televizyonlarından istek gelirse onlara Konya kültürünü, Konya mızrabını anlatacak programlar hazırlıyoruz.

Turizm rehberlerinin önemli anıları olur. Başınızdan geçen ve sizde iz bırakan bir hatıranızı paylaşır mısınız?

1987 yılında mesai sonrası iki bayan bir erkek Alman turist aile ile tanıştım. Mevlânâ’ya gitmek istediler ama kapalıydı. Alaaddin Tepesinde çay ikram ettim. Orada da bir grup öğrenci kısır yapmış oturuyorlardı. İkramda bulundular. Turistler henüz otel ayarlamışlardı. Gittiğimiz bütün oteller doluydu. Sadece Başak Palas’ta iki kişilik yer bulabildik. Aileye bizim evde konaklamalarını teklif ettim. Baba, “Kızım sende misafir olsun” diye cevap verdi. Bu itimat meselesiydi. Eşyalarını kar-kocanın eşyalarını otele bıraktıktan sonra arabalarıyla bizim eve geldik. Hanım epeyce yemek hazırlamıştı ama Alaaddin’de birkaç lokma kısır yedikleri için sofraya oturmak istemediler. Gece hava çok sıcaktı. Otele döneceklerinde adam arabasından bana bir vantilatör hediye etmek istedi. Kabul etmesem de ısrar etti ve çalışa sistemini gösterdi. Soğuk-sıcak ayarı bile vardı. Halen kullanırım. Kızıyla birlikte sabah saat 9’da otelde olmamızı istedi. Anne ve babasını otele bıraktıktan sonra kızlarıyla bizim eve döndük. Somyada değil yer yatağında yatmak istedi. Uyumadan önce eline, yüzüne, ayaklarına, ayrı ayrı kremler sürdü. Almanların dakik olma prensiplerini biliyordum. Saat 9’a bir kala otele gittik ve lobide bir dakika bekleyerek yanlarına vardım adam saatine bakıp, “Seni kutlarım. İlk defa verdiği saate sadık bir Türk gördüm” dedi. Adam, ayrılırken kartivizitini de verip, beni Almanya’da misafir etmek istediğini söyledi. İsmi Hahn Hıest idi. Ne iş yaptığını sordum. Kiel Belediye Başkanı olduğunu söyledi.  Bu aile ile yıllarca mektuplaştık. Almanya’ya döndüklerine bana kargo ile bir hedşye göndermişler. PTT’ye gittim. Önüme kocaman bir koli koydular. Memur, “Hocam, bunu keşke yılbaşında yollasalardı, şimdi buna vergi ödemen lâzım” dedi. Hediye paketini, devletten satın alır gibi 45 lira ödedim. İçinde çeşit çeşit şekerleme, çikolata ve çocuk kıyafetleri vardı.

MUSTAFA GÜDEN 

Editör: Birkan Bakay