Bu hafta bir işim dolayısıyla köyüm Yeşilovacık’a gittim.
Köyüm diyorum ama büyük şehir yasası ile mahalle oldu, ama köy daha doğal ve güçlü bir yaşam mahallini ifade ediyor.
Nükleer, çimento fabrikası, limanın faaliyete geçmesi ile nüfus artıyor. Coğrafi konumu, demografik yapısı, ekonomik ve sosyal gelişmelerin tetiklediği ihtiyaçlar ilçe olmayı elzem hale getiriyor.
Bu değişime uygun gelişmeden ziyade düzensiz bir büyüme var. Öngörüsüz yönetimler, inisiyatif almayan, alamayan, sadece kendi konumunu düşünen yöneticiler gelişmeyi planlayamamışlar. İmar var uygulama yok.
Belki doğru planlansa, projelendirilse bunları yaparken stratejik bakış açısı ile düşünen bir yönetim olsa katma değeri çok yüksek gelişmelerin olabileceği bu bölge maalesef kendi haline gelişen maki ormanı gibi. Üstelik çalı görünümünde…
Alışveriş merkezleri yüksek binalar, siteler her yeri kaplamış ama yol, su, kanalizasyon, elektrik alt yapısında büyük eksiklikler var.
Yerel halk bu düzensiz büyümenin içerisinde etkisini hızla kaybeden, doğal kültürüne yabancılaşan, bir birinden uzaklaşan bir çarpık sosyalleşmenin etkisi altında…
Bu arada semtimiz eski İsmi Yapal, yeni İsmi Oğuzlar olan mahallemizin imece ile yaşamı, dayanışması, kendi üretimleri ile dayanışmacı ekonomi üretme çabaları bu çarpık gelişmelere direnen bayrak gibi duruyor.
Sanki bölgede sadece ormanlarımız yanmamış, sosyal bir yangın da var. Bölgenin sosyal kültürel yapısı bu yangının külleri arsına gömülmüş bu küllerin üzerine rotası, yörüngesi belli olmayan vahşi kapitalizmin atlarının tepiştiği bir bölge olmuş.
Yapılması gereken yapılabilecek çok iş var. Yeter ki, devlet, büyükşehir, ilçe ve mahallemizin seçilmiş ve atanmış yöneticilerinin daha duyarlı ve gayretli çabaları olsun.
Özellikle devletin bu bölgeyi ilçe yönetimi şeklinde organize etmesi lazım…
Büyük şehir havza yönetim biçimi ile bölgeyi ele almalı.
İşte bu duygularla ziyaretlerimiz esnasında Işıklı köyünde bir teyze ile karşılaştık. Kimsiniz diye sordu. Ben de bu köylüyüm dedim.
Kimlerdensin dediğinde: Saraç ailesindenim dedim.
‘’Bizim Atiye’nin (annem) oğlu musun’’ dedi.
Evet dedim.
Ben onu çok severdim. Eskiden çok görüşürdük. Elli yıl öncesini söylüyor. Çok karışırdık o benim dayımın kızı dedi. Annemin de iki göbek eski akrabası … Muhabbet koyulaşınca ne kadar yakın ilişkimiz varmış ama yıllara yenik düşmüş bir akrabalık ilişkisi olmuş.
Ekonomik faydalar üreten ilişkiler iletişimi sıcak tutarken ekonomik etkisi azalmış ilişkiler küllenmeye başlamış.
Bir gün üniversiteden bir sınıf arkadaşım okul sonrası on beş yıl sonra eşi ile ben ve eşimi yemeğe davet etmişti. O ana kadar hiç görüşmemiştik. Yemek çok samimi bir ortamda geçti. Muhabbeti izleyen sabah yarım kalmış bir sohbeti tamamladığımızı sanabilirdi. Eşim çok şaşırmıştı.
Sanki hayata virgül koymuşsunuz da devam ediyor gibiydiniz dedi. Küllenmiş bir arkadaşlık ilişkisinin altında hiç sönmemiş kömür misali bir arkadaşlık kömürü ateşlenmişti.
Tarihimiz de öyle küllenmiş ilişkiler, iletişimler, gelişmelerle dolu değil mi?
Konya el yazması eserleri kütüphanesini dile getirsek bilim Anadolu’da değil belki dünyada yeniden yazılır.
Kütüphanede binlerce küllenmiş bilgiler yatmakta.
Ahilik mesela; küllerin altında bıraktığımız o iş ahlakı, iş düzeni, iş edebi, insan kaynakları yönetimi, işe alama teknikleri küllerin altından çıkarılıp incelense acaba bu gün iş dünyasının durumu; vahşi kapitalizmin insanlıktan yoksun ruh haletinden kurtulamaz mı?
Kırşehir’de Cacabey, Buhara’da Ulug Beg, Ali Kuşçu, Takuyiddin Efendi ve astronomi deneyimleri tarihin külleri arasında bırakılmasaydı neler olurdu?
Bana göre ANDOLU UZAY MERKEZİ olurdu…
Metehan’ının ordu düzeni küller arasına itilmeseydi güncellenerek bugünlere gelseydi bugün dünyadaki konumumuz nasıl olurdu?
Biz bir devri kapatırken o devrin iyisini de kötüsünü de ateşe vermişiz.
Kültürel yapımız vazgeçtiğimiz şeyin yüzünü görmek istememiş.
Hatta yeniyi kabul ettirmek için eskiyi alabildiğince kötülemiş. Yanmayan yerleri de yakmış. Ne varsa küle gömmüş.
Şimdi de öyle değil miyiz?
İnsanlarımız birisine kızmaya görsün; ona dair bütün olumsuzlukları ortaya dökerken olumluları da görmezden gelmezler mi?
Partilerimiz mesela;
İktidar muhalefetin iyi bir tarafını göremeyecek kadar kör, onu itibarsızlaştırmak, yok saymak için bütün gücünü kullanıyor.
Muhalefet de öyle eline almış ateşi iktidarı yakacağım diye uğraşıyor. İktidarı düşürmek için her yolu deniyor.
İktidar kötü dedikleri ile sarmaş dolaş olurken muhalefet iyi dediklerinin ipliğini, pazara çıkarma gayretinde.
Yak gitsin küllensin.
Küllenmenin bir olumlu tarafı var insanlar, partiler, şirketler devletler eğer ortak faydalanabilecekleri bir durum olduğunda el birliği ile üfleyerek ateşi yeniden yakmayı çok iyi beceriyorlar.
Hal bu ki; başlangıçta ölçüye dayalı bir ilişki ve iletişim olsa bu çirkin görüntü olmayacak.
Bir de toptan yok sayma ateşlerin en tehlikelisi.
Toplumları ve insanları fakirleştiren en güçlü ateş…
Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken de aynı durumla karşılaştık.
Ateşe verip, ilişkileri küllendirdikçe kültürel kopukluklar meydana geliyor.
Birikimler dağılıyor heba oluyor.
Bir düşünsek bir gün kinlerimizi nefretlerimizi bıraksak tarihten günümüze, toplum olarak, millet olarak, devlet ve birey olarak hangi zenginliklerimizi harekete geçirebiliriz acaba?
Uzaktan akraba teyze ile o sıcak muhabbete dönüşen selamlaşma duyguların ne kadar zengin gücü olduğunu güçlü yaşanmışlıkların küllerle örtülse bile külleri temizlemesini bilirsen nelerin yeniden başlayabileceğini düşündürdü.