Bir arkadaşım ben sana küstüm dedi. Neden dedim?

İyisin dedi? Ben iyi insan olduğun için sana küstüm dedi.

Düşünmeye başladım.

İyi insana küsülür mü?

İyiliğe neden küsülür.

İyilik takdir edilir, değerlendirilir hatta insana saygınlık kazandırır, diye düşündüm.

Kafama takıldı bu kısa cümle. Üzerinde düşündükçe, tefekkür ettikçe muhakemeye başvurdukça hak vermeye başladım.

Bütün mikroplardan arınmış bir bedene sağlıklı denebilir mi? Sorusu aklıma geldi.

Tabiatın kanunu gereği gelişirken yaşamın içinde sadece hep istediğimiz, düzenli olaylar mı gerçekleşiyor? Hayır.

Sonra aklıma geldi. Bütün mikroplardan arınmış bir çocuk neden kolay hastalanıyor da mikroplar içinde yetişen çocuklar neden dayanıklı oluyor sorusu ile bakış açım başka daha da genişledi.

Mikroplar içinde yetişen çocuklar belirli bir seviyeye kadar bağışıklık kazanınca, hastalıklara karşı da dirençli oluyorlar.

Tıpkı aşı gibi... İnsanlara, korunulması gereken hastalığın mikroplarından biraz veriliyor. Bu mikroplar hastalığa karşı antikor üretiyor ve savaşçı gibi vücudu koruyor.

O zaman iyilik ya da iyi insanlar da kötü insanların da olduğu bir toplumda onlara karşı direnç kazanmaları gerekiyor. En kötü ihtimalle onları tanıyacak öngörüye ve ferasete sahip olmalılar. İyiliği ezdirmemek lazımdır.
İyi insan kötüyü bilip anlamakla kötü olmaz. Ama iyiliği koruyacak tedbirler alınmazsa da iyilik ezilir.

Çocukluğumda üçkâğıtçı bir adamın yanına tam da bu nedenle çalışmaya başlamıştım. Bir nevi kötülere karşı, savunma mekanizmamı geliştirmek düşüncesindeydim. Ama yaşamım boyunca anladım ki bu bir insanla, bir olayla öğrenilmiyor.

Kötüler daha yoğunlukta olduğu için iyilikten fazla kötülüğü de çok iyi tanımak ve tedbir almak gerekiyor. Tıpkı Corana virüsü gibi kötülük de sürekli mutasyona uğrayarak yeni karakterlere bürünüyor.

Düşündüm de arkadaşım iyi insan olarak sana küstüm derken iyiliği savunmasız bıraktığım için bana kızıyormuş.

Aslında yaşamım boyunca çevremde iş hayatımda bu tür suiistimallerle hep karşılaştım.

Canla başla çalışan insanların öyle sanıldığı gibi takdir edilmediğine şahit oldum. Tevazu göstermenin aptallık derecesine indirildiğine çoğu kez şahit olmuştum.İyi çalışırken, gayret ederken, çözerken sadece güce yakın olduğu için iyiyi ezen , kullanan, suiistimal eden hatta iyiliğe tecavüz eden insanları gördüm.

40 yıl sırtında taşıyıp bir gün indirilince hain eden insanlar tanımıştım.

En ağır işleri gören, en derin riskleri alan insanların yaptıklarının unutulup bir sevgiliye, bir akrabaya kurban edildiğine şahit olmuştum.

Kediye aslanı boğduran iş ortamları neredeyse Anadolu iş ortamlarının genel karakteristik özelliği olduğunu çok iyi biliyordum.

Böyle bir ortamda sadece iyi olmanın, tevazu sahibi olmanın sonunun; bir andan itibaren yok sayılmaya kadar gittiğine şahit olmamış mıydım?..

Öyle sadece bütçelerler, stoklarla, hesap verebilir sistemler kurmakla yönetici olunmayacağının canlı şahidi olmuştum. Oysa bu tip ölçme ve değerlendirme araçları aklı selim işletme sahiplerinin en çok kullandığı ,koruduğu sistemleştirmek istediği araçlar olması gerekmez miydi.Bu zaman kaybı sayan teferruat sayan bir zihniyet doğrunun meşakkatine ne kadar katlanırdı?

Batmakta olan bir şirketi, bataktan kurtarıp, gelişen bir şirket haline gelmesini bizzat patronun oğlunun engellediğini gözlerimle şahit oldum.

Güce yakın olup da hiç doğru dürüst iş yapmayıp da anlamadığı, algılayamadığı liyakat sahiplerini , işletmeyi, devleti düşündüğünü iddia ederek işlevsiz haline getirildiğine hepimiz şahitiz.

Gerçekten iyiler ve doğrular doğru yerlere gelirler mi?

Siyasete bakın, demokrasi liyakati yönetime getirebiliyor mu?

Bazen aile, bazen cemaat, bazen aşiret sadece oy yoğunluğu nedeni ile beceriksiz ve liyakatsiz insanları milletin başına yönetici olarak seçmiyor mu?

O zaman iyi insanların bu ortamda yaşayabilmesi için kötülüğe karşı savunma mekanizmasını güçlendirmesi lazım. Arkadaşım bunu demek istiyordu. Gözlerini dört aç diyordu.

Yoksa çok iyi, namuslu, çalışkan, dürüst ama iyi niyetli diyerek seni önce en yakınındaki arkadaşların savunmasız bırakır.

Çünkü iyi niyeti, doğruluğu savunmak da bir cesaret meselesi… İyi ile iyi olmak, doğrunun yanında olmak, doğruyu tamamlamak da bir medeni cesaret işi.

Onun da bir yolu var; doğruyu, dürüstlüğü, liyakati baş tacı yapacak sistemi kurmak. Yoksa yanlışların arasında doğruyu başarmak rüzgâr değirmenin pervaneleri ile savaşan Don Kişot’a döner.

Doğruluk bir kişi ile başlar ikinci kişi ile yüzde yüz güçlü hale gelir.

İran Şahı’nın çobana yenildiği satranç maçı misali…

Şah çobana; Eğer ben yenersem ne vereceksin diye sorar.

Koyunlarımdan 20 adedini al der çoban.

Peki, sen yenersen benden ne istersin diye sorar?

Satranç tahtasının 64 karesini gösterir. Birinci kareye 2 adet koymak şartı ile 2 ‘ye 4 , 3’üncü kareye 8 olmak üzere 64 dördüncü kareye kadar katlanarak buğday koysan yeter der.

  1. galip gelir. Şah Hazinedarı çağırır. ın istediği buğdayı hesaplayın verin der.
    Ertesi gün hazinedar ülkenin stoklarının bu hesaba yetmediğini söyler.

Siz de bir hesap edin ne kadar?

Bu misal doğruluk ve iyilik gerçekten samimi bir şekilde istenirse; Bir ikinci kişi ile iki katına çıkar.

Doğru paylaşıldıkça, tamamlandıkça ve samimiyetle büyüyen bir çınardır.

Yanlışa karşı samimi dayanışma ve hareket gerektirir.

Tutarlı ve kararlı olmak doğruluğa istikamet kazandırır.

Doğru zahmettir, ölçü gerektirir. Değerler ölçülerek elde edilir.
Ölçüsüzlük ile sistemin çarkına su taşıyarak, ölçülü düzen kurulamaz.

Evet, iyiliği ve iyi insanları aslan olarak görüyorsak kediye boğdurtmamak boynumuzun borcu olmalı.

İyilik sadece istemekle hiçbir zaman güç haline gelemez.

Yoksa iyiliği isteyip, överek, kötülüğün yanında buluruz kendimizi.

Üstelik sistemi kuracak bir konumda isen, en çok da senin iyiliği güçlü kılacak sistemi kurma sorumluluğun var.

Muhasebenin muhakemenin yolu, hesap verebilir sistemler inşa etmektir.

Çünkü; kayıtın ve cetvelin yanında bütün eğriler ortaya çıkar, deşifre olur.