Şeytanı Azazil iken İblis yapan, ilim, akıl ve mahiyet ateşten yaratılmış olma hevesinin putuna taparak Allah’ın adem (as)’a secde emrine itaat etmemesidir. Batılı insan da Allah’ın kainata koyduğu sayısız fizik kimya kaidesinin az bir kısmını keşfedip aklını ilah kabul etti. İlmin kaynağı olan Allah’ı değil, onun bahşettiği bilgi kırıntılarını ilah edinen batı, Descartes’in tabiriyle tabiatın efendileri olacağız diyerek yola çıkıp fiziğin, kimyanın kulu oldu. Allah’ın Zatı, esma ve sıfatları tek ve birdir; varlık aleminde vakıanın ve eşyanın kaynağı Allah’ın esmasının tecellisidir. Bu esastan hareketle İslam düşünce sistemi, varlık âlemi ile Allah (c.c) arasında kopmaz bir bağ kurar.

İlmin kaynağı El Alim ismi ile Allah’tır. Allah ilmi dilediğine dilediği kadar ihsan eder; bu ihsanın şekli ise, diğer ihsanlarda olduğu gibi sünnetullah dediğimiz prensiplere bağlanmıştır. Buna göre ilim kula beş duyu veya haber vasıtaları ile intikal eder, akıl ile sentezlenir ve böylece kulda bilgi oluşur. İlim ile bilim bu anlamda farklı kavramlardır. İlmin kaynağı El Alim olan Allah (cc) iken, bilgi Allah’tan gelen ilmin bilgi alma kaynakları vasıtasıyla alınıp akıl ile sentezlenmesiyle oluşur. Bu silsile, Bakara suresinde Adem (as) kıssasında şu şekilde anlatılır; Allah (cc) Adem (as)’a meleklerin bilmediği bir bilgiyi, varlık aleminin ve Allah’ın esmasının tamamını öğretir. Öncesinde salih amelleri ile kendilerini Adem (as)’dan üstün gören melekler, Allah’ın kendilerini onlara vermediği ilim ile imtihan etmesi üzerine acziyetlerini itiraf edip Allah’ın verdiği ilimden başka ilimleri olmadığını ikrar ederler. Bu kıssa bizlere ilmin kaynağının Allah olduğunu, onun verdiği dışında bir ilmin olmayacağını öğretir. İlmin kaynağının Allah olduğunun tasdiki bir iman meselesidir ve itikadi bir ön kabul gerektirir. Reform sürecinde, Allah ile arasındaki irtibatını koparan batı düşünce sistemi, ilmin kaynağı ile ilmin kendine intikal ettiği vasıtaları karıştırarak pozitif bilimlerde kazandığı bilgileri kendinden menkul zannetti. Nimetin geldiği vasıtalar ile perdelenerek nimet vereni görmeyi engelleyen bu kalp tutulmasının en acıklı örneği Karun kıssasında anlatılır. Rezzak’ın Allah (cc) olduğunu unutan Karun servetimi ben kazandım demek suretiyle, rızkın kendisine intikaline dair sünnetullahı göremeyerek sebepleri müsebbip zannetmiş ve helak olmuştur. Batılı insan da bilgiyi oluşturan sebepleri ilmin kaynağı, müsebbibi zannetti ve ben bilgiyi kendi ilmim ile kazandım diyerek ilmin Karun’u haline geldi. Bu ilk ayak sürçmesi, hadisatın kaynağının Allah’ın iradesi olduğu telakkisini unutturarak daha feci bir tökezlemeye sebebiyet verdi, Pozitivist akıl “nasıl?” sorularına bulduğu cevabı neden? sorularının cevabı zannetti. Tabiattaki fizik, kimya vb. prensipleri keşfettikçe, bu prensiplerin sadece nasılı izah ettiğini, oluşların iradi kaynağını yani nedeni izah etmediğini fark edemeyince mekanik bir sebep sonuç ilişkisi ile kainatı pozitif bilimlerin prensiplerinin işlemesi ile yürüyen amaçsız, rastgele bir düzen olarak vehmetti. İlahi iradeyi yok saydığı için, gözlemleyebildiği sebep sonuç ilişkisini tüm oluşların müsebbibi zannetti. Vahiy ile aydınlanmış bir mümin, yağan yağmurda ilahi rahmeti temaşa ederken sekülerleşmiş insan sadece suyun yoğuşması prensibini gördü, aklı ve gönlü Allah ile irtibatsız olduğu için müsebbibi değil sebebi ilah kabul etti.

Pozitivist aklın en büyük zaafı; bilgiyi kaynağın mahiyeti ve kabiliyeti ile sınırlı hale getirmektir. İlmin kaynağı olarak gözünü kabul eden göremediğini, nakli kabul eden kendine ulaşmayanı, aklı kabul eden ise aklının eremediğini yok sayar. Mümin, ilmin kaynağı olarak Allah’ı kabul ettiği için onun ilminin sınırı Allah’ın çizdiği çerçeve kadar geniştir. Allah’ın bildirdiğine, aklı ermese de inanır. Zira akıl ilmin kaynağı değil sadece sentez vasıtasıdır, vahyin terbiyesine ve yönlendirmesine muhtaçtır. Pozitivist düşünce aklı mutlak değer kabul ettiği için onun idrak edebildiğini kabul eder, edemediğini yok sayar. Bu tavır Üsküdar meydanından bakan birinin göremediği için Konya diye bir yer olmadığını iddia etmesi kadar ahmakça bir tavırdır, nasıl ki göremediğini yok saymak ahmaklık ise akıl erdiremediğini yok saymak da öyledir. 17. Yüzyılda yaşamış bir pozitivist bilim adamı o yıllardaki imkan ile gözlemleyemediği, deney konusu yapamadığı için feyiz, ruhaniyet, kasvet vb. kavramları reddederken, aynı yıllarda yaşayan okuma yazma bile bilmeyen bir mümin; bu kavramları iman ettiği vahyin telkini ile kabul eder. Böylelikle bugün gözle görülemeyen ışınları ve bunların madde üzerinde menfi müspet etkisini günümüz imkanları ile tespit edebilen bilimin seviyesine çıkıp sureta cahil bile olsa, sadece aklı ile yol alan bilim adamından üstün olur.

İnsan ya Allah’a kul olur ya da başka bir şeye… Üçüncü bir yol yoktur. Allah’tan gayri tapınılan şeyler çok çeşitli olabilir. Tahtadan, taştan putlar, gök cisimleri, hayvanlar… Lakin gerçekte Allah’tan gayri tüm ilahlar insanın heva ve hevesinin tecessüm etmiş halidir. Gerçekte taptığı kendi hevasıdır. İnsan heva ve hevesinin boyunduruğuna girince işine gelen ilahlar ve dinler ihdas etmeye başlar. Bu heva ve heves bataklığının en beter şehveti kibir, kibrin ihdas ettiği put ise insanın bizatihi kendi aklı ve varlığıdır. Şeytanı Azazil iken İblis yapan, ilim, akıl ve mahiyet ateşten yaratılmış olma hevesinin putuna taparak Allah’ın Adem (as)’a secde emrine itaat etmemesidir. Batılı insan da Allah’ın kainata koyduğu sayısız fizik kimya kaidesinin az bir kısmını keşfetmekle kibir sarhoşu olarak, Allah’ın rububiyetini inkar edip bu keşifleri yapan mahdut aklını ilah kabul etti. İlmin kaynağı olan Allah’ı değil, onun bahşettiği bilgi kırıntılarını ilah edinen batı, Descartes’in tabiriyle tabiatın efendileri olacağız diyerek yola çıkıp fiziğin, kimyanın kulu oldu. İlahi bir akıbettir ki; her kim Allah’tan başka ilah aramaya kalkışırsa hevası adedince putu olur, kim de kâinatın tek ve bir Halık’ına iman edip kulluk ederse kâinatın tüm değer ve varlıkların sahibi ve varisi haline gelir.