Merhum Mustafa Fehmi Gerçeker (ö. 1950) Hilye-i Fahr-i alem adlı eserinde, ilahî san’atın bir lütfü ve ihsanı dediği Efendimizin gül yüzünü, muhtelif beyitlerde bakınız ne güzel tasvir ediyor:
Şîrin yüzü Fahr-i enbiya’nın
Bahşayiş-i sun’udur Huda’nın
Vurmuş yüze gönlünün safası
Aşıklara can verir ziyası
Parlak yüzünün beyazı parlak
Titrerdi yüzünde nür-ı mutlak
Parlar yüzünün bu penbe rengi
Gülzar-ı zeminde yoktu dengi
Mümkün mü gören o bînazîri
Gül renginin olmasın esiri
Baktıkça bakar, dalar hayale
Gözler doyamaz o meh cemale
Açmış o güzel yüzünde güller
Geysüsuna bağlıdır gönüller
Bir kerre gören o gül’izarı
Yad etmez olurdu lalezarı
Terlerse yanaklarında terler
Şebnemlere benziyordu derler
Kıpkırmızı taze gül açılmış
Gül üstüne inciler saçılmış
Bunlar ne kadar da hoş kokardı
Yârân arasında namı vardı.
Gülmüştü zaman onun yüzünden
Canlandı cihan onun yüzünden
Parlardı her an o gül yanaklar
Gül goncasıdır güzel dudaklar
Derler ki görüpte vasf edenler
Pek cazibeliydi vech-i server
Barizdi cemalinin kemali
Yok misali görülmek ihtimali.
Peygamberler Sultanı Efendimizin eşsiz güzelliğine temasla, onun mübarek ravzasına duyduğu hasreti dile getiren Yozgatlı Muhammed Said Fenni’nin şu duygu yüklü mısralarına kulak verelim:
Ya Resûlallah, diyor Fennî, Hz. Yusuf’un insanoğlunun en güzeli olduğu malumdur. Fakat cömertlerin cömerdi Mevlam seni ondan daha güzel yaratmıştır. Şayet senin o tertemiz mübarek kabrini dünya gözüyle görüp ziyaret etmeden ölecek olursam, toprak altında kemiklerim kıyame-te kadar ah ü figan eyler. Ben hadsiz hesapsız kusurlar işlemiş, yüzü kara, gönlü perişan, gözleri yaş dolu biriyim. Bu halimle kalkıp kapına geldim. Ne olur cömertliğini göster, bana da şefaat et!..
Hasendir gerçi ebna-yi beşerde Hazret-i Yusuf
Seni ahsen yaratmış Rabb-i Ekrem ya Resûlallah
Figaan eyler izamım ta be-mahşer ravza-i pakı
Ziyaret etmeden şayet ölürsem ya Resûlallah
Şefaat kıl, kerem kıl, pür kusurum kapma geldim
Siyeh rü, dil perişan dîde pür nem ya Resûlallah
Firas adlı bir sahabî vardı. O da Peygamber efendimizin bir şeyine sahip olmak istiyordu. Birgün Resûl-i ekrem’in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü. Ve tabağı kendine hediye etmesini istedi. Rasülullah (s.a.) de hediye etti.
Hz. Ömer zaman zaman Firas’ın evine gider, “Hele şu tabağı bir getirin”, derdi. Resûl-i mücteba’nın mübarek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi.
Bu aşık babanın oğlu Abdullah b. Ömer de, Resûl-i kibriyâ’ya bir başka meftundu. Peygamber hasretiyle onun gittiği yollarda yürür, onun oturduğu yerlerde oturur, onun altında dinlendiği ağaçları kurumasın diye sulardı.
Bu aşk, bu hasret, bu aşk ve hasretin hikayesi, asırlar boyu onun aşık ümmetini avutup teselli eden tatlı birer nağme oldu. Onu sevebilmek, onun aşk ve hasretiyle gözyaşı dökebilmek, onu bir kerecik olsun rüyada görebilmek onları bahtiyar etmeye yetti. Ne mutlu onu sevenlere, onu sevenleri sevenlere…
Ay dahî, güneş dahî,
Nûrundan Muhammed’in
Cümle şekerler tadı,
Tadından Muhammed’in. (SAV)