Bu konuyu yazma fikrim bir sohbetten ortaya çıktı.

Hayalhanem adlı bir youtube kanalında Mehmet Yıldız Hocanın bir sohbetinde kalbin tanımı için Ayine-i samed diye tarif ediyordu.

Ayine-i Samedi; herkesin ihtiyaçları için başvurduğu, sonsuz yaratanın aynası.  Yani kalp yüce yaratıcının aynasıdır diye anlatıyordu.

Sonra devam ediyor: sonsuz gücün aynasına sonsuz gücün sevgisini koymamız lazım diyor.

Onun yerine kalbi geçici sevgilerle doldurursak sonsuzluğun yerini sonlu bir şeyle meşgul etmiş oluruz diyordu.

Ben çok etkilendim… Sonsuzluğu sığdırabileceğimiz bir kalbi sonlu şeylerle meşgul etmek…

Gerçekten dünyaya ait herhangi bir konudaki hırsımız herhangi bir konuya meylimiz bizim sevgimizi bloke etmiyor mu?

Aklımız fikrimiz o oluyor.

Hatta aklımızı alıyor da yerine koymak o kadar zor oluyor.

Neyse tasavvufun konusunu uzmanlarına bırakalım.

Gerçekten bir şeyi manası ile idrak etmek insan yaşamında pencereler açıyor.

Yaşam manasına yaklaştıkça yaşamımızda daha değerli hale geliyor.

Yaşamın manasına yaklaştıkça yaratılış gayemize de yaklaşıyoruz.

Bize emanet edilen yaşamın kıymetini daha iyi fark ediyoruz.

Bu konuyu dinlerken iş dünyası aklıma geldi.

Hani derler ya ; ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.

Bu sohbetin manasından bakarak iş yaşamını düşündüm.

Ayine kelimesinin anlamını düşündüm.

Ayine : yansıtmak, özü algılara ulaştırmak gibi anlamları var.

Yani ayna.

Konuyu kafamda irdelerken sorular da peş peşe geldi…

Gerçekten   Kalp Samed’i yansıtıyorsa insanı ne yansıtıyor?

Özellikle iş ve yaşam anlamında?

Yani insan ayinesinde   mana bulacaksa yaşamda ne kadar anlam ifade ediyoruz.

Ayinesi iştir kişinin derken insanın eseri yaptıkları ile değerlendirilmesi lazım, deriz. Yani bunu yaptım şunu yaptım demekten öteye yaptıklarını göstermek daha eftal sonuçlar doğurur.

İnsan, yaşam ve iş içerisinde sahip olduğu sorumluluklarla   aynı zamanda onun yansıması bazı sonuçlar doğurur.

Değerli ve mana eden sonuçlar o insanı yücelttiği gibi olumsuz sonuçlar da onun değerini düşürür.

Sanatkâr eseri ile yaşar,

Usta düşünceleri fikirleri yetiştirdiği öğrenci ustalarla.

Yazarın kitabı olur.

Şairin şiirleri,

Kabiliyet ehli kendi yansımalarını eserleri ile gösterir.

Öyle eserler ortaya çıkar ki zaman ve mekân ötesi insanlığa mesajlar iletir.

Binlerce yıl önceki bir eserden faydalandığımız gibi dünyanın öbür ucundaki bir keşif de mekanlar ötesi bütün insanlığı etkileyen sonuçlar doğurabilir.

Tabi ki insanın yansıması ne kadar edepli ve ahlaklı olursa insanlığa katkısı da o kadar güçlü olacaktır.

Günümüz dünyasında bunun tam tersi sonuçlar yaşamımızı olumsuz etkilemekte.

Her biri bir keşfi, bir eseri temsi eden ürünler sonunda insanlığa zararlı etkiler yapabilmektedir.

Tükenen dünya, kirlenen çevre ve insan, yok olan güzellikler…

Sanki günümüzde insan hırsını, başarı kırbacı ile öyle bir kamçılıyoruz ki ona vaat edilen makam ve servete ulaşabilmek için işini yaparken insanlığı yok etmekten çekinmiyor.

İşini bileceksin, uyanık olacaksın düsturu ile hareket ederek aklı bir kenara atıyor. Kalbi hırsın en kara duyguları ile dolduruyor.

Nitekim günümüz dünyasının en gelişmiş devletleri   bu düsturla insanlığı sürgüne ve ölüme göndermekten çekinmiyor.

Öyle ki   Orta doğu ve Kuzey Afrika’nın çöl bedevilerine uygarlık, insanlık, barış, adalet demokrasi götüreceğiz derlerken bedeviler uygar devletleri bedevileştirdi. Daha doğrusu onların içindeki vahşi insanlığı ortaya çıkardı.

Bugün iş yaşamını bu hırsla, başarı güdüleri ile   içi boş bir yaşamı da bu  tek gözü kalmış canavar ruhlar yönetiyor.

Yeter ki paran olsun, yeter ki iyi bir makamın olsun güce sahip ol ölçü bu kadar çıplak ve basit.

İnsanlığa dair hiçbir bir meziyet önemli olmasın insan ruhu hiçbir zaman kendine gelmesin.

Kendine gelmesin de iradesini kullanamasın.

İnsan sadece maddi gücü, beğeniyi düşünsün hatta onlara sahip olmak için kalp kırmaktan çekinmesin.

Vicdanı aklına getiremesin.

Sohbeti dinlerken bunları düşündüm.

Acaba kalbimizi sonsuzluğun gücü ile doldurabilseydik bizim aynamız hayatımız ve işimiz neleri yansıtırdı.

Savunduklarımızla yaşadıklarımız ömrümüzü savaş alanına çevirirken acaba bir ömür harabeye dönmekten kurtulabilir miydi? Tükenmişlik ruhuna bürünmüş insanlar acaba kendine gelir miydi? Bence gelirdi.