Cahillerin karanlık dünyası olur da,   aydınların cahili olmaz mı?
Aydın gerçek aydın olsa, aydınlanmış insanlardan oluşsa olmaz elbet.
Aydını sadece bilgi sahibi olarak düşünürsek tabi yanıldığımız bu bakış açısına ulaşırız.
Cahil zaten gelişmemiştir. Dünyayı bildiklerinden ibaret sanır. Alışkanlıklarının esiridir.
Hatta sıra dışı birkaç bilgiye sahip olduğunda keşfi açılmış sanır.
Her okuyana aydın denmeyeceği gibi, her okumamışa da cahil dememek lazım.
Hiç okumamış ama hayatı anlamış binlerce insan var.
En azından hayatı anlamak ve kendini hayat içindeki rolüyle tanımlayan çok insan var.
Bunlara ben yerel filozoflar diliyorum.
Bu insanlar adeta çevresinde yaşama ait ne varsa bir anlam yüklemiş, onlarla iletişime geçmiş.
Çoğu zaman onların çırağı olası geliyor insanın.
Binlerce yıllık yüksek basınçta elmasa dönüşmüş kömür misali yaşam içinde mücadelesi ve sabrı ile içindeki bilgeliğin farkına varmış.
Öyle okumuş insan var ki, bilgilere sahip olmuş, memleketler gezmiş, insanlar tanımış, okullar bitirmiş, ciltlerle kitap okumuş aydınlanmış! Ama başta kendisi olmak üzere etrafını aydınlatamamış.
Öğrendiklerini kopya yapmış ve çevresini öğrendiklerine uydurmaya çalışmakla hayatını sürdürüyor.
Tıpkı Tanzimattan önce Osmanlı’da batıya giden jön Türkler gibi. Neredeyse Türk kültürünü Fransa kültürüne benzetip işin içinden çıkacaklarmış.
O dönemi bütün gerçekliği ile anlatan Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası  romanını okumakta fayda var.
Ziya Gökalp aydınlanma dönemine ait düşüncelerinde,  o dönemin aydınlarını eleştirirken bence can alıcı noktayı koymuş.
Bizim aydınlarımız batıdan öğrendiklerini olduğu gibi kendi toplumlarına uygulamaya çalışarak uygarlaşma gayretine girmişlerdir.
Oysa medeniyet aydının içselleştirdiği, bilgi beceri, deneyim ile geldiği ustalık makamı ile toplumun gelenek ve görenekleri ile bugüne kadar taşımış oldukları değerleri, güncelleyerek, metotlaştırarak, bilimsel temellere dayandırarak, tabir caiz ise zenginleştirerek evrensel değerlere ulaştırabilirlerdi.
Bugünün kopyala yapıştır tabiri ile başkasının bedenine göre biçilmiş elbise bize hiç olmadı.
Bugün bile bu aydınlarımızı üzülerek izliyorum.
Hatta cahil okumamış insanların bile bu konudaki muhakemeleri, o aydınlara göre daha bilgece.
Örneğin Birleşmiş Milletler Kurumu, Lahey  Adalet Divanı, Avrupa İnsan hakları mahkemesi,  Güvenlik konseyi gibi kurumlar varlık nedeni ile  ne güzel amaçları var ama uygulamada tamamen  işlevsiz  haldeler.
Televizyonda tartışan, gazetelerde görüş beyan eden öğretim üyeleri, diplomatlar, politikacılar bu kurumlara ve bu kurumların amacını referans alarak görüşlerini beyan etmeye çalışıyorlar.
Prof Dr Hasan KONİ hocamızın ulusalar arası ilişkilerle ilgili bir dersin bitiminde;
Elindeki kitabı masaya fırlatarak;  ‘’burada olması gerekenleri anlattım. Ama bütün bunların üstünde belirleyici olan güçtür’’ durumu ne kadar iyi özetlemiştir.
Yani siz satranç tahtasında her hamleyi oyunun kuralına göre yapacaksınız ama karşınızdaki sürekli kural değiştirecek ya da kendi anlık kurallarını uygulayacak. Bu güçle olabilir.
Şimdiki dünya bu. Bu dünyada ülkemizi yorumlarken bu açıdan bakmak lazım…
Cahilin karanlığı ile aydının cehaleti aslında bir noktada buluşuyor.
Cahil çevresinden öğrendiği bilgileri, toplumun kendisine dayattığı alışkanlıkları sorgusuz sualsiz yaşam biçimi olarak kabul ederken, aydın da öğrendiği bilgiler ve becerileri sorgusuz sualsiz, toplumu anlamadan, algılamadan doğru analizlerle doğru teşhis kurmadan, kendini mutlak doğru kabul ederek uygulamaya geçince o zaman gelişme sürecini engellemiş oluyor.
Dinimiz emri maruf nehyi münkeri öğüt verirken aslında iyileri çoğaltıp kötüleri azaltarak yani zenginleştirerek gelişilebileceğini göstermek istemiştir.
Aydın bu konuda başta kendini güncellemeyi unutarak eriştiği en yüksek noktayı sabit kabul edip çözümler ararken,  cahilin alışkanlıklarına mahkûm olmasından hiç farkı kalmamıştır.
Kendi öğrendiklerini sahip olduğu bilgi ve becerileri ile kendini körleştirmiştir.
Üstelik çoğu zaman okumamış ama bilgeleşmiş insanları bile cahillikle suçlayarak kendisine paye kazandırmaya çalışmıştır.
Bu insanların topluma, insanlara, insanlığa dair hiçbir mesajı olmadan tarihin sayfalarında yok olup gittiklerine hepimiz şahit olmuşuzdur.
Daha on beş yirmi yıl önce popüler olan gazeteci, yazar, öğretim görevlisi, sanatçı,politikacı, devlet adamı  gibi insanların bugün esamisi okunmuyor.
Bunu toplumsal hafızanın zayıflına bağlamak haksızlık olur. Hatta başka bir cehaletin göstergesi bile diyebiliriz.  
Oysa gerçek;  değişen şartlara göre yerelden evrensel değerlere doğru medeniyet madenciliğini hepimiz birbirimizi anlayarak ve tamamlayarak yapabiliriz.
Değişen yeni koşullara göre, ama doğru metotlarla pozisyonlar alarak.