İbrahim Şinasi Efendi bundan seneler evvel kelimeler, cümlelerine; cümleler ise hislerine yetmediği için noktalama işaretlerini kullanmıştır ilk kez. Onun bu icadı yazmak fiilini bir hayli zenginleştirmiştir. Artık cümleler, kelimelere olduğu kadar noktalama işaretlerine de muhtaçtır. Ve bu küçücük işaretler, alfabede olduğu gibi cümlelerin de anlamına derinlikler katmaktadır. 

Bir cümlenin cümle haliyle bittiğini nokta söyler meselâ. Burası susma vaktidir gerisini varın siz düşünün demektir o. Nokta, yeni bir cümlenin de muştusudur aynı zamanda. Cümlenin yorulduğunu ise virgül haber verir. Virgül, yarım solukluk dinlenme payıdır. Tırnak işareti, bak sana bunu ben söylüyorum, diyeni benim bu kelâmın demektir. Cümlelerin, kelimelerin kıymetini bildiğim gibi noktalama işaretlerinin de kıymetini bilirim ben. Her birine ayrı ayrı anlamlar ve dahi hikâyeler yüklerim. Ünlemi gördüğüm vakit babamın öfkesi düşer aklıma. Tırnak işaretini, annemin zarifliğinden bilirim. Size daha nice teşbihler yazabilirim. Ama bu yazının hacmini üç nokta ile dolduracağım. 

Bu işaretin bütün yazdıklarımda ya da yazamadıklarımda hatırı sayılır bir önemi vardır. Zira üç nokta yazılmış cümleler için değil türlü sebeplerle yazılamamış cümleler için kullanılır. Daha diyeceğim vardı aslında, demektir üç nokta. Sonra bu kadarıyla yetinmektir. Yazılmak istenip de yazılmamış cümlelerin dipnotu, söylenmemiş sözlerin şahididir. Üç nokta, yazarak ve nice nice sıfatı tüketerek anlatılamayacak bir yorgunluğu anlatır. Yorgunum der şedde kullanarak cümlenin sonunda. Öyle çok yorgunum ki… Yazmaktan değil yazamamaktan, yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yorgunum. Dil, gibi değilim ben. Söylenmemiş cümleleri örtecek dudaklarım yok. Söylendiğinde, canlar alıp canlar verecek, ülkeler fethedecek, bir sefere Bismillah diye yürüyecek kadar ehemmiyetli değilim. Yazılmasını isterim zihinden geçen her kelimenin. Yüreğin üzerinde, kölelerin bağrına bırakılan taşlar gibi yazılmamış cümleler konulsun istemem. Bir parşömende, bir deri parçasına, silinecek dahi olsa taşa ve toprağa, hiç değilse suya… Eğer ki kâğıt, kalem şahitlik etmeyecekse yazılabilecek her nesneye yazılsın isterim. 

Söz gibi değildir kelime. Ağırdır, hacimlidir. İnsan bir sözü duymaktan öteye geçemezken, kelimelere dokunabilir, koklayabilir. Bu sebepledir ki, yazma eylemi söylemekten çok daha kıymetlidir. Ben, ismi ile müsemma üç nokta (…) ise yazıya en çok yakışan ziynetim. Yazılamamış bütün kelimelerin sessiz habercisi, kalabalık müjdesiyim. Hiçbir kapıya uymayan anahtarım ben. Her söze yeten bir muhayyilenin sebebiyim. Çok eskilerde, hani ya gurbetlik yıllarında edepten sevgiliye yazılamayan sözlerin, selâmların, en ketum habercisiyim. Öyle ki bazen benim anlattığımı, sayfalar anlatmaya yetemez. Rütbeli bir delikanlının, anasına babasına diğer tüm büyüklerine hâl hal hatır, selâm sabah ettikten sonra, ismin üstünde eşime, sevdiğime, yâr haneme diye sessizce konuluvermiş üç noktayım bugüne bugün. 

Bazen yanaktan süzülen üç nokta oluveririm ben. Bir anıyı yâd eden, bir hikâyeyi anlatan olurum. Üstelik dil gibi, söyleyerek değil, beni okuyanın aklına şerh ederek yaparım bunu. İşimde mahir ve bir o kadar gururluyumdur. 

Tün diyeceklerim bu sahifeye elbette ki sığmaz. Sözün özünü de yine hacmimde saklarım.