Yeminim gündüzlerden çok gecelereydi.

Gece ki, en çok şairlereydi çünkü.

Bir kez daha ant olsun

Kaybettiğime en çok inandığım şu geceye.

Kalemimin gölgesinde,

Bin yıl misafir edecek kadar sevmiştim seni.

Gecenin sabaha yaklaşan yarısında, yüreğimdeki yarım kalmışlıkla kırılmış olan bütün kafiyeleri biriktirip Kumru’ya bir şiir yazmak istiyorum. Yapamıyorum. Edip değildim ve bir kez daha hatırlatıyordu hecelerim bu gerçeği bana. Aruzun kalıbına sokmadığım halde, serbest bir mısranın ahengini de tutturamıyordum. Diyeceğim, geceyi geçirirken bile en çok renginden anlarken, kelimelerin hükümdarlığını yapamıyordum.

Gece demişken sahi, yanımdaki pencereden içeri giren karanlığa bakıyorum. Ne kadar da yalansız ve gösterişten uzak... Şehrin ışıkları olmasa eğer,  bir ressamın tapabileceği kadar güzeldi siyah. Ve renklerin de en dürüstüydü üstelik. Koyusu açığı, neftisi olmazdı. Siyah her tuvalde, her gecede, her kalemde aynıydı. Aşk gibiydi. Başka şeye dönüşürse eğer adını da kaybederdi.

Göze düşmüş her güzel şeyin, gönle sevileni hatırlattığı doğruydu ya, gece tıpatıp Kumru’yu anlatıyordu sanki. Üşüyen ayaklarımla, güçlükle dayandığım pencerede aklıma gelen bu hikâyeyi yazmazsam eğer, yazdıklarımın yarım oluşundan çok, şu gecenin saf siyahlığına yazık olurdu.

Kumru’yu sınıfta gördüğümün üzerinden birkaç gün geçmişti sadece. Güneşi diğerlerinden daha parlak, gecesi diğerlerinden daha siyah… Yere düşmüş ıhlamur ağacı yapraklarının adı olmayan bir renkte olduğu ve ressam oluşuma en çok inandığım birkaç gün…  Sonra belki de tesadüf suretine gizlenmiş en güzel tevafukla Kumru’yu görmüştüm yine fakültenin bahçesinde. Mor zinya çiçeklerinin arasına oturmuş elindeki küçük deftere bir şeyler yazıyordu. Yıllardır arayıp da bir türlü tutturamadığım bir ahengi bulmuştum sanki. Kumru’nun kahveye düşmüş gözleri ile mor renkli zinya çiçeğinin eşsiz uyumuydu bu. Açlığa düşmüş Hint fakirinin telaşı gibi koşuyorum yanına. Bu güzelliği daha yakından görmeliydim.

Benim gelişimle oturduğu banktan ayağa kalkmayı ihmal etmiyor. Pencere eşiğine konmuş bir kuşun uçup gideceğinden korkar gibi korkuyorum gitmesinden ama onun kaçacağı yoktu belli ki. Gecikmiş de olsa teferruatlı bir tanışma için gitmiştim yanına. Kimdi bu sınıfıma sonradan dâhil olmuş olan sefa zengini misafir.

Düşmemesi için sıkıca tuttuğum evrak çantamın köşelerine inmiş de olsa elimin titreyişi, belli etmemeye çalışıyorum heyecanımı. Rütbesinin üstünlüğünü bu gün bile kabul ettiğim bir saygı ifadesi ile selamlamıştım onu. Renk tonu koyulaşmış olan gözleriyle, katbekat fazlasıyla karşılık verdi bana. Oturduğu cansız bank, yerde bizi gözleyen zinya çiçekleri şahit, o ana kadar epeyce muhabbetkar biri olmama karşın konuşamamıştım Kumru’nun yanında. Neden sonra bu işin ayaküstü olmayacağını anlayıp, şimdi bile nereden geldiğini anlayamadığım bir cesaretle yakında bir çay bahçesine davet etmiştim onu.

Ne büyük cüretti Allah’ım, ya kabul etmeseydi davetimi, bir kez daha nasıl girerdim kelimelerin günahına. Nasıl beklerdim penceremde boynu mor halkalı bir kuşu? Korktuğum gibi olmadı. Yerdeki çiçeklerden bin kat daha güzel bir gülümseyiş ve eminlikle icabet etti davetime.

Hastane odasının kan kokan duvarlarının, bu anıyı hatırlarken bana nasıl acımasızca davrandığını görüyorum o an. Biz ilk kez Kumru ile oturmuşken rengi solmuş ağaçların refakatinde bir bahçeye ve nereden geldiğini anlayamadığım nergis kokusunu çekerken içime; fakat ondan da önce Kumru’nun kokusu elbette, şimdi nasıl olur da bu odanın iğreti havasını teneffüs ederdim. Geçmişi hatırlamak belki de bu yüzden imkânsız gelirdi insana. Anılar canlı kanlı duruyor olsa da ya kokusu ya da rengi bozulmuş olurdu. Ve geçmişten şimdiye istemeden dönülmek zorunda olunan yolda ya renklerin ya da kokunun tutarsızlığı vururdu hayalleri.

Ben, yıllar sonra bugün bile Kumru’yu yanı başımda gibi hayal edebiliyorken, aklımda en çok da benim ile kesişen miladından öncesinin kaldığını fark ediyorum. Anasız babasız büyümüştü Kumru. Yıllardır bu iki kişinin yerine de koyacağı kimsesi olmadan yetimhane duvarlarının ardından uçmayı beklemişti. Nereli olduğunu sorduğumda ona, verecek bir cevabı olmadığı için anlatmıştı tüm bunları. Çünkü babasının kim olduğunu bilmiyordu ve annesinin de. Şeceresini bana anlatabileceği bir aitliği, babasından miras bir memleketi yoktu, bu yüzden ki “Benim memleketim bütün ülkem” demişti iliklerime kadar titrediğimi fark etmeden. “Babamın nereli olduğunu bilmiyorum, tek bildiğim bu ülke topraklarında doğmuş olmam. Öyleyse aslım doğduğum yer ile sınırlı.”

Bir ressam olarak böylesi bir durumda olsam ne cevap vereceğimi düşünüyorum. Çizmeyi en çok istediğim yerden olmak isterdim. Ellerimin aidiyeti, aslımın aidiyeti olsun. En çok İstanbul’u çizerken haz duyuyordum. Öyleyse ben, aslım Acem de olsa ille de İstanbullu olmak isterdim. Peki ya Kumru, o nereli olmak isterdi kim bilir. Nereden olduğunu bilmediğim bir cüretkârlıkla soruyorum ona bu soruyu. Cevabı ise ancak evvelden sözleşmiş bir ruh eşinin verebileceğine inanıyorum.

“Yazmayı en çok sevdiğim yerden olmak isterdim” diyor hiç düşünmeden. Ve ekliyor. “Yazarken ben İstanbul’u sadece burada büyüdüğüm için değil, yedi kuşak ötemin de buralı olduğunu hisseder gibi yazıyorum sanki. İstanbul’da büyümüş olmama rağmen buralıyım diyemesem de en çok İstanbullu olmak isterdim diyor.

O an hiçbir şüphem olmadan inanmıştım ki, bir yere ait olmak o yerde doğmak ve büyümekle ölçülen bir kıstas değildi. Kişi anca hissettiği beldelerin evladı olabiliyordu. Ve kafa kâğıdında ne yazıldığına bakılmaksızın, yüreğin hangi beldenin sınırlarında ikamet ettiğine bakılmalıydı. Bu yüzden belki, ikimiz de İstanbulluyduk Kumru ile. O cümlelerin, ben ise renklerin memleketi diye sahiplendiğim, aslımıza bakmadan yüreğimizle ve geleceğimizle yerleştiğimiz şehrin müdavimi.

Ellerimi kaldırıp göklere, “Kumru’nun kanatlarını neden doğuştan kırdın?” demek istiyorum büyük bir teslimiyetle kabullendiğim güce. Fakat hakkım yoktu buna, biliyordum. Verilmiş en büyük ödünçlükle canımızı emanet aldığımız Yaradan’dan ömürlük taleplerin olması elbette ki hadsizlikti. Üstelik benim kirli bir şiltenin üzerinde ölümü bekliyor olmam da bu gerçeği değiştirmezdi.

Yıllar sonra, bu yaşıma kadar bile hayatta kalmam imkânsızken, bunu mümkün kılan Rabbe binlerce kez şükürler olsundu. Ve onu en çok hatırladığım vakit, garip de olsa nefesimi kesen öksürüklerimle aynı vakte denk düşüyordu. Hatırlayışım, çareden çok çaresizlikle karşılaşıyordu. Hikmetini elbette bilemiyorum ama Kumru’yu her hatırladığımda farz hükmünce bir zaruretle Allah’ı da hatırlıyordum. Ancak öyle büyük bir kudretin mucizesi olabilir diye kabulleniyordum.

Tüm bu anımsama, Kumru ile ilk kez acı bir çay masasında ettiğim muhabbeti yazarken düşüyordu usuma. Ve belki de bunca yorulmuşken kalemi tutmaktan, yazdığım geçmiş hikâyesinin fasıllarında ismini koyarken zorlanmadığım ilk bölüm oluyordu.

“Yüreğin Memleketi” Artık nereli olduğum sorulduğunda içten bir tekrar ile “hangisi?” diyesim geliyordu. Hangi memleketimdi sual edilen. Ceddimin yurdu mu, yoksa yüreğimin memleketi mi? Böyleyken ikinci bir ihtimali aklıma getirmeden, aslen Acem olsam da, “İstanbulluyum” diyordum. Doğma büyüme, yazma çizme ve en çok da Kumru gibi sevme ile köklü bir İstanbullu.