Daha ilk cümlesinden ezcümlesini yazabilecek olduğum hikâyemin en güzel kısmına, iki heceye dünyaları sığdırmış bir ismi yazmak istiyorum. Vazgeçiyorum.  Aylardır burada olmama rağmen hâlâ renklenmemiş olan odanın duvarları mani oluyor buna. Neredeyse dile gelip, çizmeden yazamayacak olduğumu haykıracaklardı.

Sonra hangi dilde yazsam da uzun bir dizi olup hasreti anlatacak kelimelerim halaya duruyor boğazımda. Elimde uçları kıvrılmış olan saman kâğıtları, harman yeri; cümleler yangın. Biliyordum ki hasretin de ateşe değen bir yanı vardı. Ve benim hikâyemin kıyameti var ise eğer ateşten kopacaktı.

Bir kez daha diyorum, söylediğime kendimi bile inandıramadığım bir iğretilikle. Kumru’nun cümlelerine bir kez daha değse cümlelerim, yazacaklarımı mahşere kadar bitiremeyecektim. Ama vakit azdı. Yazacaklarım ise daha vardı. Evvela renklerin düştüğü kâğıtlara verecek olduğum sırlarım, kalemimde cüzzam gibi duruyordu.

Oturduğum yerden kalkmadan, yanımdaki çekmeceye uzatıyorum elimi. Aradığım şey hâki yeşili bir defterdi. Üstelik beni yazdıklarımdan utandıracak kadar güzel şiirlerin olduğu bir defter. Daha ilk fasılda hikâyemin bir rengi olduğunu söylemiştim. Anlatacaklarımın bir tek beyaz kâğıda düşen siyah leke ile kalmadığını, bu denli kısa olmadığını yazmıştım da, yedinci fasıla bırakmıştım asıl rengin adını.

Anısı sol yanımda duran bir muska gibi, sonsuzluk vadeden bir dua gibi duran defteri elimde çeviriyorum birkaç kez. Yıpranmış köşelerine dokunuyorum, yılları sayarcasına. Sonra ortasında kurumuş olan firuze çiçeğinin bulunduğu sayfayı açıyorum. Kumru’nun elif elleri niyetine kâğıdın kokusunu çekiyorum içime. Kumru değil ise de gerçek kokuyordu. Defterimin rengi hâki yeşili, hikâyemin tüm sırrı bu defterde duruyordu. En baştan bu yana sır gibi sakladığım, hikâyemin rengi, Kumru’nun hatrınca okunuyordu.

Firuze çiçeğine emanet ettiğim sayfayı açıp adımdan daha çok ezberlediğim şiiri okuyorum bir kez daha.

“Üşüyen cümlelerim düşer,

Memleket karanlığına.

Tutma ellerimi,

Ellerimde değil yüreğim.

Sır saklı değiller,

Gözlerime de bakma.

Sevdanın ezberi vardır,

Bilmek gerekir türküleri.

Sabır, aşkta lâzımdır,

Hasret, azapta.”

Kumru’nun şiiriydi bu. Hünerin iltifata tabi olduğunu biliyordum ya ben hangi lütuf ile anlatacaktım onun şiirinin güzelliğini. En çok da bana yazılmış olmasının kıymeti ile okuyorum satırları. Benim yazdıklarımın ne denli uzun olsa da hecelerimin ona ulaşamayacak kadar kısa olduğunu biliyordum yine de. Ve belki de bu yüzden hikâyemin rengini, Kumru’nun defterinden bulduğum hâki yeşili koyuyordum.

Zaman zaman üstüne, günler birbiri ardına geçerken ve bütün ayrıntılarını yazmasam da, biz hatırlayabildiğim zamanda artık Kumru ile birbirine vurgun iki sevdalı olmuşken. Beni huzursuz edecek kadar güzel bir huzur duyuyordum yüreğimde. Hangi aşk vardı ki yolu çetrefile uğramamış olsun yahut kaybolmamış olsun bir imkânsızlıkta. Kumru’nun itirafıyla hemencecik yoluna girmiş olan bir sevda hikâyesinin ne zaman çıkmaza gireceğini düşünüyordum. Oysa seviyordum. Yaradan’a ortak kılmak değil ise de niyetim, sevgimin şirke düşeceği kadar çok seviyordum.

Kumru’nun kendi şiirlerini yazdığı hâki yeşili defteri gecelerce kutsal bir kitap hükmünde hatmederken, her satırda kendimi bulurken, her şeyden çok onu çizerken, haddimi aşan bu sevgiden korkuyordum. Koca cüsseme bakmadan, Kumru’nun ellerine sığınmak, saklanmak istiyordum.  En çok da ellerini seviyordum onun. Öyle ya en çok ellerini sevmeliydi bir kadının. Örgü örünce, bin ilmeğe sığdırırdı aşkı; çay demleyince bir demliğe, el sallayınca bir ömre... Kumru’nun ellerini bir ömürlük seviyordum.

Evimin üst katına kurduğum işliği, onun yüzüne bakarak çizdiğim resimlerle doldurmuşken, artık bütün resimlerimi onunla birlikte çizme lütfuna erebilmişken, bir gün şövalemin yanına bırakılmış bu defteri bulduğumda fark etmiştim hikâyemin rengini. Şairin sesinin de, sessizliğinin de şiire olduğunu, yılların edebiyat hocası olan ben, yine ilk kez o anda anlamıştım.  Başımı, Kumru’nun kahvesi kokan ellerimin arasına aldığımda, canımı bu aşk ile bulmasam da onunla vereceğime; evvelimde yok idiyse de sonumun bu aşk ile olacağına ikna olmuştum çoktan.

Ellerimi açıp Allah’a benim yüreğime koyduğu ateşin aynısını Kumru’ya da koyduğu için bilmem kaçıncı şükrümü ederken, bir dilek daha istemiştim Rabbimden. Bir kelime ver demiştim bana Rabbim. Bana bir kelime, bir cümle, bir söz, tüm bunlar yetmez ise şayet bana bir ömür daha ver. Ama Kumru ile bütün manaları, bütün olanları yahut hiç olmayacak olanları konuşabileceğim bir dil daha ver. Bir ömür, bir dil verdin yetmedi anlatmaya, bir daha ver.

Yeşilin, zeytunisi, zümrüdü, yosunu var. Kuşkonmazı, koyusu, eğreltisi var. Deniz yeşili var çam yeşili var ama ki en güzel İslâm yeşili var. Daha da nicesi var iken ben hâkisini seçtim. Bana, benim dilim dururken bir dil daha ver. Yoksa yetmez içimdekileri anlatmaya kelimelerim. 

Göğsüme koyduğum defterin huşusu, kurusa da hâlâ ölmemiş olan firuze çiçeğinin kokusu duruyorken, ellerim yine o zamanki gibi duaya kalkmışken, hayatın cilvesine gülümsüyorum. Sahip olduğunun daha çoğunu isteyen bir gafilin, elindekinden de olmasına şaşırmıyorum. Yanlışa düştüğümü, elimdekini kaybettikten sonra anlıyorum.  Amansız bir hastalıkla ömrümün yarısını ecele çaldırmaktı bahtıma düşen. Cennetin öbür yüzü cehennem. Aşkın akabesi hasret. Bir fasıl sonrası ölüm de olsa, içimden çıkmayan ukdeydi hayat. 

Evvelâ insandım. Yandım, sınandım, sevdim. Şimdi bir yanım, yarım, bir yanım kırık kafiye. Bir yanım beklemekte, bir yanımı ecel sürüklemekte. Böylesine isyan değil ise de hakkım, âhım kaldı bitmemiş bu hikayede. Ve düştü masumluğumun ortasına düşer gibi bir damla kan, düştü hüznüme hüzzam.