Son zamanlarda, “kadına şiddet” konusu yediden yetmiş yediye hepimizin canını sıkmaya devam ediyor. Kimi kadınlar çocuklarının gözleri önünde katledilirken, kimisi de “sürekli olarak tehditler aldığını, aynı akıbete kendilerinin de de uğramasının an meselesi olduğunu” haykırmaktadırlar.

Evvela; “bu sonuca nasıl varılıyor?” “Bu sonuca varılmadan önce neler yapılabilir, hangi tedbirler alınabilir?” şeklindeki sorulara cevaplar bulmamız gerekiyor.

Bu konu derin bir konudur. Bu konu ta başından, toplumsal bir kangrendir. Türk’ün geleneksel yapısı, İslam öğretileri, diğer bütün ahlaki ve insani değerlerin neresinde olduğumuzu ilgilendiren bir husustur bu husus.

Bundan kırk elli yıl kadar önce nüfusumuzun yüzde yetmiş beşi köylerde, kalan kısmı şehirlerde yaşarken şimdi tam tersi bir durum yaşanmaktadır.

İşte kadına şiddetin asıl kaynağını burada bulmuş oluyoruz.

Elbette son zamanlarda yanlış değerlendirilip bir tarafın lehine çıkarılan kanunlar da meselenin bir başka yüzüdür. 

Eskiden Anadolu tabiriyle; “yedi ceddi bilinen “ aileler, birbirlerinden kız alır kız verirlerdi. Bugün örnek olarak Türk Silahlı Kuvvetlerine bir personel alınırken nasıl ki yedi sülalesi araştırılıyor ve herhangi bir ahlaki sorunla karşılaştığında başvuru kabul edilmiyor ise, evliliklerde de soy sop araştırmasına girişiliyor ve ailede bir arızalı durum var ise ne ondan kız alınması ne de ona kız verilmesi uygun görülmüyordu. Zira alıp verme yetkisi ebeveynlerin uhdesinde olan bir durumdu.

“Kızını serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar” sözü bizim atasözü lügatimize girmiş bir sözdür. Burada “davulcu” ya da “zurnacı” tabirleri niçin seçilmiştir o konuda doğrusu benim de kafamı kurcalayan bir takım hususlar vardır. “Davulcu” ve “zurnacıya” gelinceye kadar menfi örnek gösterilmesi gereken o kadar çok yanlış faaliyet alanları var ki, “davulculuk” ve “zurnacılık” mesleklerini öpelim de başımıza koyalım.

Ha keza; “kızını dövmeyen, dizini döver” sözü yine öyle…

Tarihin içinden süzülüp gelen bu sözler, mutlaka evlilik müessesinin düzgün işlemediği ya da sonradan kesintiye uğradığı durumlardan sonra söylenmiş ve günümüze kadar gelebilmişlerdir.

Evlenirken; “kılı kırk yarmak”, araştırıp soruşturmak, sadece evlenecek kişilerin birbirleriyle iyi anlaşabilmelerini değil, ailelerinin de artık akraba olduklarını göz önünde bulundurarak, sağlıklı ilişkiler kurup kurmayacaklarına göre hareket edilmesi gerekir. Bu husus da evlilikler üzerinde çok etkileri olan bir husustur. Dünürler arasındaki iyi ilişkiler evlilikleri iyi yönde, kötü ilişkiler ise kötü yönde etkilerler.

Birbirleriyle evlenecek kişiler her iki taraf da tamamen farklı karakter yapılarında, farklı şeyleri seven, farklı konulardan zevk alan ya da tam tersi acı duyan kişiliklerdir. Birebir aynı durumlardan hoşlanan ya da acı duyan kişileri bir araya getirmenin imkân ve ihtimali yoktur. Her konuda yüzde yüz birbirlerinin aynı olan insanları buluşturmak mümkün değildir. Burada birbirine katlanma, birbirine taviz verme, birbirinin iyi taraflarını görme gibi hasletler devreye girmelidir. 

Hiçbir kimse ilk evlilikte yaşadığı sorunları sıfırlayarak bir başka evliliğe adım atmamıştır, atamaz. Evlilik, tavizler manzumesi ile yürütülebilecek bir birlikteliktir. Yoksa hayallerimiz asla gerçekleşemeyecek, ideal bir evlilik düşüncelerinizde daima hayal kırıklıkları yaşayacağız.

Eskiden yoğun olarak görücü usulü ile evlenilirdi. Tarafların birbirleriyle görüşmeleri gelenekte yasaktı. Ama unutmamak lazım ki, aileler birbirlerini genelde tanıyan kimselerdi ya da bu ilişkiler başladıktan itibaren ince eleyip sık dokunur, taraflar, mutlaka sorup soruşturulurdu. Rast gele birisine yani tanınmamış bir aileye kız verilmezdi.  Ve çoğunlukla da evlenecek kişiler bir yolunu bulur uzaktan da olsa birbirlerinin cemalini görürlerdi. Öyle birbirlerini hiç görmeden evlilikler belki vardı ama sayıca ne kadardı acaba?

Günümüzde ise aylarca hatta yıllarca birbirleriyle tanışan ve evliliğe dönüşen müessese genellikle kısa zamanda dağılıverdiği halde o türlü evlilikler ölünceye kadar sürerdi. Belki gelenek böyle olmasını zorlardı ama çiftlerin kendilerine olan sevgileri sevdaları da insanların “ayrılık” ifadesini akıllarına dahi getirmelerine engeldi.

Öldürmeler sadece türkülerde, deyişlerde kalırdı o kadar. Bir de sevgililerin uğruna ölünürdü. Böylesi katliamlar yaşanmazdı desek yeridir.

Şimdi tanışıklıklar, yıllarca birbirlerinden “elektrik alıp almama” denemeleri, evlilik müessesesini ayakta tutmaya ne kadar etki edebiliyor? 

Soralım; hangi birimiz oğlumuzu, kızımızı karşımıza oturtup, daha çocukluğundan itibaren bu konularda kendilerine bilgiler aktarıyoruz? Hangimiz dinini diyanetini, Türk örf ve ananelerini onlara öğretiyor,  evlik konularında öğütler veriyoruz?

Hani “her şeyin başı eğitim” diye kısa günde kırk defa tekrarladığımız hususlarda bildiklerimizi, tecrübelerimizi çocuklarımıza aktarmak için ne kadar zaman ayırıyoruz acaba? Eğitim yuvaları evlerimizdir, öğretmenler ana baba ve diğer büyüklerimizdir öncelikle. Hatta evliliklerinde öğüt vereceğimize onlara akıl veriyoruz. “Sakın ha kendini ezdirme, işi baştan sıkı tut, taviz verme!” şeklinde müesseseyi sarsacak ifadelerle çocuklarımızın kafasını bulandırıyoruz. “Ateşe körükle gidiyoruz” çoğunlukla. 

Ben gelenekçi yani muhafazakâr yapıda bir insan olarak düşüncelerimi aktarmaya gayret ettim.  Beni “geri kafalı” olmakla da suçlayabilirsiniz. “Anlaşamayan çiftler elbette ayrılacaklar, boşanacaklar”, “yürümeyen evlilikleri sürdürmenin ne anlamı var?” gibi sorularla beni köşeye sıkıştırmaya çalışacaklar da çıkabilir.

Çıksın çıkmasına da eski ile yeni kıyaslamasında boşanmaların ve kadın cinayetlerinin ne kadar arttığına,  anasız babasız kalan çocukların sayısının ne kadar yükseldiğine baktığımızda karşılaştığımız manzarada, her şey ayan beyan görünüyor. Ben şahsen, boşanma ve cinayetlerin artmasını; evlilik kurumuna verilen değerin, ona duyulan saygının giderek yok olmasına, çocuklarımıza bu konuda kötü örnek olmamıza bağlıyorum.

Hâlbuki “evlilik, ben diye düşünmeyi bırakıp biz olarak hayata bakabilmektir.”