“Kederde ve tasada, kıvançta ve sevinçte bir olmak... Aynı ülkü etrafında halka olup ufka gülümsemek... Bir ve bütün olup daima başı dik bir millet, semadan asla inmeyecek sancak ve saadet kaynağı devlet olarak kalabilmek için Türk Milleti'ne yakışır biçimde hep birlikte omuz vermeye, gönüller yapmaya, millet olmak, devlet olmak diyoruz.”

Devleti mutlaka birileri yönetecek, iktidarlar da devletin bir unsurudur. Devlet iktidar ayırımı yapmak da akıldan yoksunluktur. İyilikler de kötülüklerde iktidarın sorumluluğundadır.

Daha çocukken yani 1960’lı yıllarda babalarımız hamallık yapmak için gurbete giderlerdi. Köyümüzün üzerinden geçen uçaklara diğer bütün köy çocukları gibi baba özlemi içinde, “babama selam götür, babama selam götür” diyerek el sallardım. Ne bilirdim ki selam gönderdiğim uçakların ABD menşeili olduklarını... Ne bilirdim ki ABD menşeili uçakların selamdan sabahtan bihaber olduklarını.

1979 yılında, 18 yaşımda yağız bir delikanlı olarak İzmir Gaziemir’de bulunan Hava Teknik Okullar Komutanlığı’na kaydımı yaptırdım. Zorlu yazılı sınavlar, mülakatlar, spor sınavları, sağlık raporları güvenlik soruşturmaları derken neticede okula kabul edildim. Etrafım, çocukken köyümüzün üzerinden uçan ve  “babama selam söyle, babama selam söyle” diye el salladığım uçaklarla doluydu. Bir rüyanın ortasındaydım artık. Gerçek bir rüyanın...

Hem kendimle hem de ülkemle gurur duyuyordum zaten ama şimdi gururumun zirvesindeydim. Zira bu kadar uçağı, bünyesinde barındıran ülkemin, Hava Kuvvetlerinin bir mensubu olmuştum artık.

Okul sürecinde ve daha sonraki zamanlarda Hava İkmal Astsubay olarak mezun olup göreve başladığım andan itibaren bu gururum yavaş yavaş kedere, hüzne dönüşmeye başladı.

Gerçekleri yani savunmamızdaki dışa bağımlılık durumunu öğrendikçe, gururumun, sevincimin hüzne dönüşmesi gayet doğaldı. İhtisasım ikmal idi. İkmal ifadesinin; “istenilen malzemeyi, istenilen zamanda, temin etme, depolama, dağıtma sevk ve idare etme, istenilen yerde, tam ve faal olarak bulundurma ...” diye devam eden bir tanımı vardı.

Göreve başladığım birlikte 5 tip uçak bulunuyordu. Hava Harp Okulunu bitiren teğmenlerden, uçuş sınavını ve sağlık raporunu kazananlar bu birliğe geliyor ve iki yıl uçuş yaptıktan sonra, pilotluğa elverişli olmayanlar eleniyor yer subayı olarak atanıyor ama uçuş eğitim sürecini başarıyla bitirenler savaş pilotu, nakliye pilotu, uçuş eğitim pilotu gibi isimlerle diğer uçuş birliklerine atanıyorlardı.

Ben de bu eğitim sürecinde, pilot adaylarımızın ve pilotlarımızın ayrıca o birlikte kullanılan başta uçak olmak üzere hava ve yer araçlarının ihtiyaçları olan malzemelerin temin edildiği bir kısımda görev yapmaktaydım.

Pilotlarımızın uçuş teçhizatları dâhil, uçaklarımızın cıvata ve pullarından tutun da elektronik ve mekanik her türlü aksamlarına kadar on binlerce malzemenin temini, teslim alınması, depolanması, dağıtımı sevk ve idaresine kadar bütün işlemlerin içindeydim.

6625-00-643-1686XE... Bu numara NATO içinde kullanılan her bir malzemeye verilmiş olan NATO stok numarasıdır. NATO’ya dâhil bütün ülkelerde bu numara sistemi kullanılır. Buradaki 6625 grubu rakamlar, o malzemenin bir ölçü cihazı olduğunu yani malzemenin ne tür bir malzeme olduğunu ve ondan sonraki “00” ise o malzemenin ABD menşeili bir malzeme olduğunu gösterir. “00’dan 10’a kadar olan her malzeme ABD menşeilidir. Yani bu iki rakam grubu malzemenin hangi milletin imalatı olduğunun işaretidir. Tıpkı, bizdeki “TM” ifadesi gibi...

NATO içinde bizim menşei numaramız 27’dir mesela. Sadece 27’dir. ABD’nin ise, 00 ve 10 dâhil 11 adet numarası vardır. Diyelim ki Türkiye piyasasından bir malzeme aldınız ve bu malzemeye NATO numarası vereceksiniz. Yine diyelim ki bir pul aldınız. Hemen 5310-27- diye başlar geri kalan numaraları 15’ kadar tamamlarsınız ve o rakamların her birinin ayrı ayrı anlamları vardır.  

Bu teknik konuları neden anlattım?

Bir uçak malzeme depomuzda diyelim ki 60 bin kalem malzeme olsun. 1980’lerden bahsediyorum. Bu 60 bin kalem malzemenin 58 bininin 00,01,02.....10 kodu içeren rakam grubuna dahil olduğunu ve ABD menşeili malzeme olduğunu görürdünüz. Yani yüzde 98 küsur oranında ABD’ye bağımlı bir Hava Kuvvetlerine sahip oluşumuzdu benim gururumu inciten ve gururumun, sevincimin hüzne dönüşmesinin nedeniydi...

Daha acısı o uçak üzerinde bir tane TM yani 27 kodlu bir cıvata bulunmuş olsa ve uçak da kırım geçirmiş olsa koskoca uçağın kırım geçirmesinin nedenini 27’ye bağlar ve raporu düzenler gönderirlerdi. Bu rapor da ambargoların, cezaların habercisi olurdu. Yani siz ABD menşeili olan bir uçağın üzerinde bir tane cıvatayı dahi yerli malı olarak kullanamazdınız. Görüyor musunuz ‘tam bağımsız Türkiye’mizin halini?

1989 yılında, şimdi kullanılmayan 1945 model ve 2. Dünya Savaşı’’ndan kalma C47 uçağına binip, bir görev için, Kütahya, Eskişehir, Konya üslerine inip kalktıktan sonra Antalya’ya gitmiştim. Şimdi ben, çocukluğumda el salladığım “babama selam gönderin” dediğim uçağın içinde, doğduğum köyün üzerinde süzülürken yine köyümün çocuklarının, bu defa benim de içinde bulunduğum uçağa el salladıklarını gördüm. Gerçekten gördüm. Uçak alçak uçuşta yani Torosların yüksekliği kadar bir fitte uçuyordu ve köyümün arazisinde hareket eden her şeyi rahatlıkta görebiliyordum. Eğer o tarihte cep telefonu icat edilmiş olsaydı, köyümün arazisi ve insanlarıyla selfi yapardım. Şimdi de epeyce hava atardım...

Rahmetli babamın Çakmak Mevkiinde bulunan tarlamızı öküzlerin çektiği karasabanla çift sürdüğünü gördüm ve bu defa ben ona uçaktan selam gönderdim. Akşam da konakladığımız otelde babamı telefonla arayarak konuyu heyecanla ona da aktardım. 1989 yılında köyümüzde bulunan telefon acentesi bizim evde hizmet veriyordu. Şanslıydım...

Antalya’daki görevimizi bitirdikten sonra doğrudan İzmir’e uçtuk. Ve o geniş kanatlı C-47 uçağıyla sallana sallana ve bulutların içinden çatırdama sesleriyle birlikte uçtuk İzmir’e...

T-38 , T-37, T-33, jet uçakları, T-41, ve T 34 pervaneli uçaklarıyla pilot yetiştiriyordu  ‘Tam Bağımsızlığa’ doğru  adım atmaya çalışan ülkem. Milletin parasının yarısı MSB bütçesine ayrılıyor ve bu uçakların idamesi için ABD’ye gönderiliyordu. Yani bu iş için ayrılan para doğrudan doğruya açlıkla, sefaletle alakalı bir paraydı.

Uçaklar, bazen ‘hibe’ adı altında veriliyordu ama onun parçalarını fahiş fiyatla almak zorunda bırakılıyordunuz.

“Millet aç iken bu uçaklara para mı verilir?” cümlesi hiç kurulmuyordu o tarihlerde. Ben keşke hiçbir ülke güvenliğe, sınırlarını ve ülkesini savunmaya bir tek kuruş ayırmasa ve açlıklar da olmasa tarafındayım. Ama etrafımdaki düşman beni ele geçirmeye çalışırken “MSB’ye ayrılan bütçe karın mı doyuracak?” mantıksızlığını ve aymazlığını da yapamam elbette.

Asıl sorun ülkemizin savunması için ayrılan bütçenin yerli kaynaklardan temin edilen malzemelere değil de ithal etmek zorunda olduğumuz silah ve teçhizat için harcanıyor olmasıdır. Yerli ve milli savunma silah sistemlerini üretememiş olmamız aslında “açlığımızın” yani fakirliğimizin de sebebidir.

Yazımın başlığını koyduğum KAAN ifadesi, yazımın da son cümlesinin en önemli ögesi olsun yeter...

KAAN, Türk tarihinin en önemli milli teknoloji harikasıdır.

“Anlatmaya gerek yok.”