İnsan, Eşrefi Mahlûkat” derdi babam. Bu sözün ne anlamaya geldiğini yıllar sonra anlamaya çalışacaktım. ‘İnsan, Eşrefi Mahlûkat! Yeter miydi iki ayağı iki elli olmak ‘Eşrefi Mahlûkat’ olamaya?!.. 

      İnsan, payelerden yüce bir paye biçmişti kendine. Yeryüzünde zayıf cüssesine o ihtişamlı giysilerini bir tarafa bıraktığı zaman yaratılmışların içinde en acayip görüntüsüne hiç aldırış etmeden kendinden kazandığını sanıyordu, bu şânı-şöhreti. Bilmiyordu kendisine verilen bu payeninin kendi ürünü, mahsulü olmadığını. Bilmiyordu emrine amade edilen her şeyin bir hikmeti bir sebebi olduğunu. Baba malına konan, ata yadigârına çöreklenen sahte pehlivan, edasıyla kendisine verilen değerin esas sahibinin kendisi olmadığının farkında değildi. Ya da zamanla unutmuştu kimden geldiğini bu payenin. Kerameti kendin menkul sanıyordu zavallıcık.

      İnsan, bulmakla yaratmayı karıştırıyordu. Karıştırıyordu icatla mucidi. Var olan ateşi ortaya çıkarmakla bir şeyler yaptığını sanıyordu. Bir ota tamir ustasının bozulan arabanın parçalarını değiştirmekle elde ettiği beceriyi, o arabayı daha önce ortaya koyana göre bir şey yaptığı zannına kapılması gibi. O arabayı ortaya koyanda kendisine verilen sınırlı aklının ürünüyle bir zamanlar nasıl bir eser ortayla koyduğuna böbürlenmişti. Oysa asıl yaratıcı, o basit eseri derlemesi için kendisine verdiği sınırlı aklin sahibiydi. Bu anlamak bile bu zavallı insan için çok kolay görünmüyordu.

      İnsanlığın hizmetine sunmak için bir ‘Robot’ üreten sözde bilim adamları, esas ilim sahibinin kim olduğunu hala keşfedememişti. İşte asıl cahillik buydu. İnsanın bilmem kaçta kaçanı benzer bir alet yapmakla beceri elde ettikleri sapkınlığına yakalanan mucitler, ne zaman karıncanın sırrına vakıf olacaklardı acaba?...vakıf olabilecekler miydi?..

      Bu günlerde okumuş olduğum bir yazı son derece şaşırttı  beni. Sözde kendisini bu ülkenin kültürlü sınıfından sayan bir hatun ‘Allah’a’ olan inancını 6 yasında kaybettiğini açıklıyordu. Gerekçesi ise açıklamasında daha da enteresandı.  O yaşlarda masum bir çocuğun öldüğünü görmesiydi. Ne günahı vardı masum çocuğun?!.. Ne suç işlemişti?!.. Sözde aydın geçinen bu muhtereme kendine göre Yaratıcıya kafa tutmuştu. Bu izaha verilecek tek cevap var bence. Eskilerin tabiriyle “Allah'ım aklıma mukayyet ol” sen kim veya senin gibiler kim ki yine eskilerin tabiriyle onca mürekkep yalamalarına karşın bazı konularda “ hikmetinden sual olunmaz” diyen ülema kim?!

      Senden önce gidenler anlamamışlar mı ki yaratılışın hikmetini sen anlayasın. Birde bu muhtereme “ Şayet inanmak isterse- elindeymiş gibi- Budizm’e inanacakmış. İşte bu. Başka ne söylenebilir ki. Senden fazlasını beklemek abesle iştigal olur... İnsanın aklına bazen şu muzipçe soruyu sormak geliyor: Hani hayvan severler var ya -sanki diğer insanlar hayvanları onlar kadar sevmiyor-ellerinde tasmalarıyla köpeklerini gezdirirken, ihtiyaçlarını giderirken, sıcacık yuvalarında- sokaklarda aç sefil beni âdemler dolaşırken- bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim…

      İnananların son kitabı olan Kur’anı kerim; insanların nasıl kurtuluşa ereceği yollarını gösterirken bazı ibretli Kıssalar zikreder. İşte bu kıssalardan biri de; Hz Musa İle Hızır aleyhisselam’ın kıssadır. 

  Hz Musa, kavmine; sapkınlıklarına son vermeleri ve hidayete gelmeleri için nasihat ederken kendisini dinleyenlerden biri, Hz Musa’nın -Yaratıcının yeryüzündeki elçisi olduğunu da dikkate alarak- açıklamaları karşısındaki hayranlığını gizlemeyerek; ‘Ya Musa acaba yeryüzünden senden daha bilgili biri var mı?’ diye sorunca Hz Musa cevaben “yok” demişti. Bunun üzerine Yaratan Hz. Musa’ya, kendinden daha bilgili Salih bir kulu olduğunu bildirdi. Musa bu bilgili insanın kim olduğunu ve nerede yaşadığını öğrendi. Yanına kendine inanan bir genci alarak bu bilgini aramaya koyuldu. Kur’anı kerimin bildirdiğine göre Hz Musa bilginle (Hızır) Mecme-ul-Bahreyn* de buluşacaktı.

      Hz. Musa ve arkadaşı söz konusu yeri geçtikten sonra açıktılar. Yanlarına azık olarak da pişmiş balık almışlardı. Rivayete göre balığı  kokmaması için yanlarında bulunan küçük su birikintisinin içine koymuşlardı. Hz Musa, arkadaşından getirmiş oldukları azığı açmasını istedi. Arkadaşı azığı açtıktan sonra bağlı soran Hz. Musa’ya arkadaşı, balığın bir süre suyun içinde kaldıktan sonra canlanarak denize atladığını anlattı. Bunun üzerine Hz. Musa,‘Salih’ insanın balığın canlandığı yerde olduğuna dair bir işaret olduğu kanısıyla tekrar geri döndü ve orada Hızır aleyhisselam'la buluştu. Kur’anı kerimde zikredilen bu kıssa’da, Hz Musa’nın, Hızır as. İlminden istifade etmek istediği ve bunun içinde birlikte bir seyahat yaptıkları belirtiliyor.

      Yine Kur’anı kerim’in zikrettiğine göre Yaratıcı, Peygamberinin bu Salih insandan bir şeyler öğrenmesini istemektedir. Hz Musa, Hızır aleyhisselam’a ilminden istifade etmek için kendisiyle seyahat etmek istediğini söyler. Hızır aleyhisselam Hz. Musa’nın bu talebine karşılık, Hz Musa’ya; bir şartla kendisiyle seyahat edebilmeğini söyler. Oda, kendisinin yaptıklarına karşı hikmetini açıklayana kadar sabırlı olmasıdır. Hz. Musa da sabredeceği sözünü verdikten sonra yola koyulurlar. 

      Hızır as. Ve Hz. Musa bir gemiye binerler. Gemi denizin kenarından fazla uzaklaşmadan Hızır as. Gemiyi bir baltayla deler ve gemi su almaya başlar. Hz. Musa, Hızır aleyhisselam'a "yaptığının çok kötü bir şey olduğunu" söyler. Hızır as. Hz Musa’ya vermiş olduğu sözü hatırlatır. “ben sana yaptıklarıma tahammül edemez sin demedim mi?”der.   Hz. Musa özür diler, sözünü tutacağını bir daha işine karışmayacağını söyler. 

      Hz. Musa ile Hızır as. Yolculuğa devam eder. Yolda oyun oynayan çocuklarla karşılaşırlar. Hızır as. Çocuklardan birini öldürür. Hz. Musa, Hızır aleyhisselam’a yaptığının çok kötü bir şey olduğunu, masum bir çocuğunu öldürdüğünü söyler. Hızır as. Yine Hz Musa’ya “Sen benim yaptıklarıma dayanamasın demedim mi” der. Hz. Musa, tekrar daha önce vermiş olduğu sözü hatırlar ve yine bir daha Hızır aleyhisselam’ın yaptıklarına karışmayacağı sözünü verir. 

      Hz Musa İle Hızır as. Bu sefer bir köye varırlar ve halktan yiyecek isterler. Köyde kimse onlara yiyecek vermez. Hz. as. Köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultarak yıkılmasını engeller. Hz. Musa yine dayanamaz “o duvarın sahibinden isteseydin bir ücret alırdın” der. Hızır as. Hz. Musa’nın sabırsızlığına karşı  “İşte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir” cevabını verir. Ve yapmış olduklarının hikmetini anlatır. 

      —Denizin kenarın da yolculuk yapmış olduğumuz esnada içinde bulunduğumuz gemiyi baltayla delerek içine su almasını sağladım. Böyle yaparak geminin terk edilmesini sebep oldum. Çünkü gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Seyehayitimiz devam etseydi ilerde sağlam gemileri toplayan korsanlar vardı. O yoksulların gemisine de el koyacaktı.

     —Yolda diğer çocuklarla oynarken gördüğümüz ve öldürdüğüm çocuğun anne ve bassı mümin ve Müslüman insanlardı ilerde onları Allah'a İsyan etmeye sürükleyeceğinden korktum. İstedim ki Allah Onlara yeniden Salih bir evlat versin.

     —Köyde yıkmış olduğum duvarın sahibi iki yetim çocuktu. Babaları Salih bir insandı. Rabbin istedi ki bu çocuklar büyüyüp kendileri hazineyi çıkarana kadar bu duvar sağlam kalsın.

     İnsan aczini ne zaman anlayacak bilmiyorum. Ortaçağ filozofunun “benim diğer insanlardan farkım bilmediğimi bilmektir” demesi ne kadar yerindeymiş meğer. İnsanın bilmediğini bilmesi büyük bir erdemmiş. En azından kendini bilmesi bir şeyler öğrenme ihtiyacını gösterir ki hala ümit var demektir. Bu yolda Hz Peygamberin getirmiş olduğu ölçü ise; aklı olduğunu ileri sürenlerin başlarını iki elinin arasına alarak uzun uzun düşünmeleri için yeter ve artar bile. 

     “ Ya ilim ehli ol, ya öğrenci ol, ya da ilim ehlini dinleyici ol, dördüncüsü olma helak olursun” 

     Bir zamanlar yufka akıllılar ‘inançsız’ olmayı moda sayarlardı. O inançsızlık hallerinin de bir inanç olduğunu çok geç öğrendiler… Hâlbuki inançlı olmak ya da olmamak insanın elinde olan bir şey olmadığı bilincine varsalardı böbürlenemeyeceklerdi. Tabi inançlı olmak da hayatı daraltmak anlamına gelmiyordu. İnanmak, niçin niye inandığını düşünmeden körü körüne inanmaktan ibarette değildi. İnsan, ne zavallı yaratık ki daha kendinin niçin, niye dünya da olduğunu anlamadan, kendini keşfetmeden başka şeyleri keşfetmek gibi bir garabete saplanmış. Kendini taşıyamayan bir pehlivan var mı acaba, başkalarının gücüyle kahraman olan kabul ettiremediği fikirlerini jakobence uygulamaya koyan. 

     Düşünmek lazım. Günümüzün aydınları, kendilerinden önce geçen çağları; ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ, diye sınıflandırıp daha öncesine de yontma taş devri, cilâlı taş devri gibi isimler koyarken kendileri için buralarda bir yer bulabildiler mi?!..

     Düşünmenin zül ve zahmet olduğu çağımızda, 6 yaşında iken bir olaydan etkilendiği için inancını yitiren ve niçin yitirdiğini 60 yaşında anlamayan bir kültür elçisinin 60 yaşına kadar geçirmiş olduğu evrimin neticesini hayal edin. Ve geçirmiş olduğu evrimin farkında olmadan bir de matahmış gibi bangır bangır söyleyen bir beni âdemin kat etmiş olduğu mesafeyi varın siz yorumlayın. 

     İnsanın yaratılmışların en üstünü olduğuna inan babam bana bunu niçin söylediğini öğretemeden dünyadan göçtü. O, bu sözün sahibinin yaratıcı olduğu bilmiyordu belki. Belki de bir eski zaman ulemasının birkaç dakikalık sohbetinde duymuş hafızasına nakşetmişti.

     O, sadece insanın öyle olduğuna inandı ve o inanç içinde hayata gözlerini yumdu. Dünle bu günü, babamın yaşadığı yıllar ile bizim içinde yaşadığımız yılları karşılaştırdığımızda insan acaba dün bugünden daha mı iyiydi diye içinden geçirmekten kendini alamıyor. Dün bu günden daha mı iyiydi? Yarın bu günden daha mı kötü olacak. Aydınlanmak; çıktığımız deliğe tekrar dönmek mi? ışığı göre göre görmezden gelerek, gözlerimizi kapatıp. 

     Babam hala hayatta olsaydı şimdi eski fikrini değiştirir “bazı insanlar Eşrefi Mahlûkat, bazıları esfeli mahlûkat der miydi?!..

       “