Gece, kara gözlerinin içine alıp sımsıkı sarınca, melek gibi oluyorum. Uysal, uyumlu, olumlu bir benî Âdem. Demek ki gece uyanmasa, uyandırmasa gecenin çığlığı, zararsız bir âdemim. Oysa geceyle benim melekler gibi kucak kucağa yatışımızdan ne onun haberi var ne de benim. Gecenin de günahı yok aslında. Bazen bir okşayış, bazen de bir şamar gibi yüzüme inen rüzgârın uyarma girişimlerine engel olamıyor besbelli. Bundan başka, bir ilkbahar mevsiminde, önce bir merhamet perisi gibi sağanak ve sıcak okşamasıyla yanaklarımı okşarcasına uykumdan uyandırmak isteyen yağmur, amacına ulaşamayınca hıncıyla kar’a, sonra da doluya dönüşmese, rahatımı ve huzurumu bozmaya hiç mi hiç niyeti yok. Gecemin bu münasebetsiz, tedirgin edişte de hiç bir günahı yok. Tüm bu girişimlere bazen bozulan, bazen diş bileyen gecemi, en fazla bozan ve sinirlendiren, üzerimizdeki örtüyü destursuzca alıp kaçan güneştir.

Rahatımızı en sonunda kaçıran güneş, gecemi öylesine sinirlendirmiş olacak ki, daha önceki sevecen ve müsamahakâr tavrını bir tarafa bırakıp, yakalayıp örtümüzü almak için peşine düşmekten başka seçenek bırakmamıştı. Gecem, önce güneşi yakalayıp bu pervasız hareketinin hesabını soracak, sonra da örtümüzü alıp muhabbetimizin geriye kalan kısmını tamamlamamız için eski halimize tekrar kavuşturacaktı...   

Ağaçların yaprak döktüklerinden haberleri var mı bilmiyorum?!.. Ya da birileri ona bunu sorabilir mi? Bir başka ifadeyle ağaçla dertleşip fikrini ve zikrini bize ifade edecek birileri çıkar mı merak etmişimdir?!.. Geceyle ben, ağaçla meyve gibiyiz. Her şeyden habersiz binam ve figansız öylece... Uyandırmasalar, öylece geçiririz ömrümüzü sonsuza dek zararsız. Rüzgâr rahat durup sallamasa yapraklarını ağacın, belki o da yeniden yapraklarını döküp, daha sonra tekrar yaprak, tekrar meyve sevdasına düşmeyecek.

Bu düzeni biz kurmadık. Ne gecenin bu devrandan haberi olduğunu sanıyorum ne de ağacın. Bizim günah işlememize tek sebep o elma ağacıdır. Diğer ağaçlarda onun suç ortakları. Ama ona o emri verenin işine karışmak ne ağacın yetkisindedir ne de benim gibi âdemoğullarının. Düzenin kuruluşunda hiçbir dahlimiz yok. Toprak Âdem’i çıkarıp atmasa yer-yüzüne ben ve ağaç olmayacaktık. Toprağa o emri verenin işine karışmak da bizim kudretimiz dışındadır.

Belki Atamın, ağacın dalındaki elmayı almak için kalkacak kadar dizlerinde takat olma¬saydı ben ve gecem uyanmayacaktık. Uyanışımız onun ayağa kalkışının çıkarmış olduğu küçük çatırtılarındandır. Bu sesi çıkarmadan kalkabilir miydi bilmiyorum. Gecem ve ben bir de suç ortağımız elma, tüm bu olup bitenlerden bîhaberiz. Atamın dizlerindeki dermanın kaynağı ise düşünme ufkumuzun mesafelerce uzağında. Oysa bir ses, Atama, “alma, demişti, alma o elmayı!  Seni cezalandırırım.” Ama o söz dinlemedi. Ya da söz dinletemedi kendine. Acaba diyorum dinlemedi mi? Yoksa kendinde dinleme istidadı bulamadı mı?!.. Kendi kendine söz geçiremedi mi?!.. Sağ eliyle elmayı alırken sol eliyle mani olmalı mıydı?!.. Sağ ayağıyla kalmak için yeltenirken sol ayağı kalkmamak için direnmeli miydi?!.. Onu yere mıhlamalımıydı?!..Yapmalı mıydı?!.. Yapabilir miydi? O da benim düşünme havsalamın bir hayli yukarılarında.

Belki bir kaçıştı bu. Toprağın, kendisini fırlatıp elma ağacının dibine atmasından rahatsız oluşunun kaçışı... Ama ne kaçış!.. Nereye ve ne kadar kaçacaktı?!...Toprağın üzerinde bir başka yere kaçması mümkün müydü?!... Bu kaçışın sonunda bir gün yorulup tekrar kucağına düştüğü toprak, yine onu alıp hayalimizden öte, geldiği yere alıp götürmeyecek miydi?!..

Ben ve gecem, bu gidişatın seyrinde hiç mi hiç dahlimiz yoktu. Ağacın, yıllarca yapraklarını yeşertip meyvelerini verme eylemini yaptıran toprak ve suyun, bir gün onu da kendisine alacağından haberi olmadığı gibi, gecem ve benim de hiçbir şeyden haberim yoktu.

Gecem de aslında pek masum sayılmazdı. Beni tam kollarına alıp bir ana şefkatiyle sararken birden kollarından atmasaydı, uyanmazdım masum uykumdan. O da ben de rahat ve günahsız bir hayat sürerdik. Vazgeçseydi güneşi kovalama sevdasından, abansaydı üzerime, ben yine üstüm örtülü zannıyla davam ederdim daldığım rüyalarıma kaldığım yerden. Güneşi kovalamak için yerinden hırçın bir şekilde sıçrayıp, Atamı bir ok gibi üstüne atan toprağa nispet yaparcasına, beni hedefe kilitlenmiş bir mermi misali atmasaydı kollarından, belki de hâla kollarında olduğumu düşünür, uyurken beklerdim onu yıllarca... 

 Gözlerimi açtığımda attığım figanım, sahipli olduğumu anlamak içindi. Korkuyordum... Hem de ta iliklerime kadar titreyerek. Elerimi tutacak bir el, üstümü örtecek bir örtü, sıcağını hissedecek bir kucak arıyordum. Bağırmam, avaz atmam, yardım dilemem bundandı. Ben sahipsizliğe alışkın değilim. Kimsesizlik, sahipsizlik ürkütür, korkutur beni. Çırılçıplak ve sahipsiz kaldığım bir anda ne yaptığımın farkında değilim. Şu günah denilen şeyleri işlemiş olduğumun farkında değilim. Ne yaptığımı bilmeden şuursuzca, bilinçsizce davranmış olabilirim. Masumum... Berîyim... Günahsızım, suçsuzum.

Çıplak ve gecemsiz kaldığımda, ne yapmam gerektiğini düşünememişim. İşimin sadece gecemle kucak kucağa yatmak ve vakit geçirmekten ibaret olduğunu sanmışım. Belki benim bu sersemliğim, bu gafilliğim, Atamın kendine hâkim olamayışının bir uzantısıdır. Gözlerimi açtığımda feryat ü figanıma dayanamadığı için beni alan kucağın hiç farkına varmamışım... Ben hâlâ eski kucağın sıcaklığıyla sersem, kaybolan örtümün tekrar üzerime örtülmesini beklemekle meşgulüm. Bu bekleyişte, zaman denen mefhumun farkında bile değilim. Ayağa kalktığımdan, başımda saçların çıkıp sonra dökülmesinden, boyumun uzaması sonra da belimin bükülmesinden hiç mi hiç haberim yok...

Sonra, çıkan saçlarım tekrar niçin döküldü?!.. Tüm bu olup bitenler neyin nesi?!.. Bunlar bir tuzak mı?!.. Yaşam denilen şey de ne?!.. Gecemle rüzgâr, gecemle yağmur ve kar, Atamla elma ve suç ortakları bana bunu neden yaptılar?!.. Onlarla benim aramda ne gibi bir ilişki var ki beni böyle yeryüzüne çırılçıplak attılar. Gecem ne zaman geri gelecek. Aydınlık dedikleri şey ne zamana kadar beni, önce günah işletip sonra günahımdan sorumlu tutacak? Ben, ben miyim?!.. Beni bana kim bıraktı? Neden Atamın yanlış başladığı oyun da ben sorgulanıyorum? Beni bu dipsiz kuyuya kim bıraktı? Dipsiz kuyunun sahibi yok mu?!...

 Atamı yeryüzüne fırlatan toprak, bağrından bir elma ağacı çıkarmasaydı, Atam günah işler miydi?!.. Atamı yeryüzüne fırlatan toprağa o elma ağacını göğsünden çıkarmayı kim emretti?!.. Peki, Atamın gaipten gelen ‘bu elma ağacından elma almayacaksın” – “bak üstünde duran şu elmalar ne kadar güzel, bir tane alsan ne olur?”  ikileminde, ikinci söze aldanışının sırrı  neydi?!.. Aslında tüm bu olup bitenlerde benim hiçbir katkım yok. Belki benim katkım, Atam gibi ikinin ikincisini tercih etmem. Gecemin tekrar gelip beni koynuna almasını beklemeden başımın çaresine bakabilsem, bunca yapılmaması gerekenleri yapmaz, günaha girmezdim. Peki benim yanılgım, yanlış söylemi tercih etmem, Atamdan kalan irsi bir yanılgının devamı mıdır?!.. Öyleyse bunun bedelini Atamın ödemesi gerekmez mi?!.. Hani cezanın şahsiliği?!.. Yoksa herkes ektiğini biçer kuralına istinaden, ben de yanılgılarımın hesabını mı veriyorum?!.. Beynimin içini kemiren bu suallerde, neye, nasıl cevap vereceğimin bilincine ne zaman varacağım? Hâsılı, günahta günahım yok ama galiba hesabı ben ödeyeceğim...