İkliminin tarıma uygun ve geniş arazilere sahip olan Konya il olarak bu gün olduğu gibi geçmiş yıllarda da bir tarım şehridir. Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren temellerini tarıma dayalı olan tımar sisteminin üzerine bina etmiştir. Kısaca Tımar sistemi hakkında bilgi verelim.

Tımar sistemi, Osmanlı’da devlet adına çalışan askerler ve memurlara hizmetleri karşılığında maaş vermek yerine, toprak tahsis etmek üzerine kurulu bir sistemdir. Sistemin, eski ismi İkta’dır. Tımarlı sipahi olarak adlandırılan devlet görevlileri, söz konusu toprakları barış döneminde işletir, savaş dönemi geldiğinde topraklarında barınan sipahiler ile birlikte savaşa katılır. Bu süreç kadı tarafından denetlenir. Bu sayede toprak sahibi memurlar ile tımarlı sipahilerin geçimleri karşılanır. Kaynaklara göre Selçuklular ve Osmanlı’da uygulandığı yönündedir. Bu sistemin temel amacı, belli bölgelerdeki kamu arazilerinde asayişi ve vergi toplama sorumluluğunu sipahilere bırakmak ve arazilerin işleme görevini sipahilere devrederek bağlılığı arttırmaktır. Ayrıca bu sistem sayesinde Osmanlı sipahi (atlı asker) gücünü artırmıştır. Zamanla toprakta özel mülkiyete gidilmiş ve tımar sisteminin kalıntıları ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

20. Yüzyılın başlarında da Türkiye’de tarım kesiminde çalışan nüfusun genel nüfusa oranının yaklaşık % 68 olduğu ve bu kesimin geçimlerini tarımdan sağladığı bilinmektedir. Halkın büyük bir çoğunluğunun uğraşısı olan tarım, 1800’li yılların sonu ve 1900’lü yılların başında tam bir durgunluk içindeydi. Sulama tesislerinin yokluğu yüzünden tarım alanları zaman zaman ya kuraklıkla kavruluyor ya da sel baskınlarına maruz kalıyordu. Tarım metotları ilkeldi. Yüzyıllardır kullanılan karasaban Anadolu’da toprak işlemede kullanılan ve modern sayılan tarım aletiydi. Hasat metotları da ilkeldi. Gübreleme ise hemen hemen hiç bilinmemekteydi.   

Demiryolu hatları yapılmadan önce köylülerin ürünlerini pazarlara ulaştırmak da çok zordu. Konya Vilâyetinin ticareti başlıca satışa sunulan ürünleri tarım ürünlerine dayanmaktaydı. Tarım ürünlerinin yurt dışı satışlarında ürün nakliyesinde özellikle deniz taşımacılığı kullanılmaktaydı. Konya şehir merkezi ile Karapınar, Karaman, Bozkır ve diğer kazalarının mahsullerinin Silifke’ye nakliyesinde yol 50-55 saat sürmekteydi. Konya’nın Ereğli, Niğde, Bor ve Aksaray kazalarının mahsulü Mersin’e taşımaktaydı. Beyşehir, Seydişehir kazalarıyla Konya Vilâyetine bağlı Hamid Sancağının Yalvaç, Karaağaç, Eğirdir, Uluborlu kazalarıyla Burdur Sancağının Asikaraağaç kazalarının mahsulâtı yaklaşık 70 saat mesafede bulunan Bursa iskelesine nakledilmekteydi. Vilâyetin hemen hemen her yöresinden en uygun noktalara yapılan sevkiyatlarda develerden istifade edilmekteydi. O yıllarda vilâyet dâhilindeki deve sayısı belli sürede nakil işi için yeterli olmayıp bu güzergâhlarda bulunan yollar da yük arabaları için de uygun değildi. Bu nedenlerle köylü de fazla üretim yapmak için çaba sarf etmiyor ancak ailesini geçindirecek kadar üretim yapmaktaydı. Konya’da da diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi ekilebilecek arazinin tamamı ekilemiyordu.

Bu problemlerin yaşandığı yıllarda o dönemlerde Konya Vilayetinin bazı bölgelerinde özellikle ziraat alanlarında yoğun olarak çekirge istilası da yaşanmaktaydı. Çekirge istilası nedeniyle ekili araziler ciddi ölçülerde zarar görmekte, bu nedenle yeterli ürün alınmadığı gibi bazı bölgelerde tohumluk ve yemeklik zahire bile bulunamamaktaydı. 1322 (1904) senesi salnamesinden edinilen bilgilere göre, Konya’da ekilebilecek arazi 94 milyon dönümdür. Bu 94 milyon dönüm arazinin 13.866.520 (%15) dönümü işlenmekte ve bunun da 6.933.260 (%7) dönümü nadasa bırakılmaktaydı. 73.200.220 (%78) dönüm ya bataklık ya da o dönemin şartlarına göre ekime elverişli olmayan yerlerden oluşmaktaydı. Bu olumsuzluklardan dolayı Anadolu’da birçok köylü vatandaş elinde bulunan ve işletemediği topraklarını da satmaktaydı. Yabancılar özellikle demiryolunun tarım ve ticareti geliştireceğini tahmin ettiklerinden demiryolunun geçtiği yerlerden toprak satın almaktaydı.

Konya Vilâyetinin denizden uzak olması, o yıllarda demiryolu ve kara yolu ulaşımının olmaması ve şehrin en yakın limana yapılan ürün sevkiyatları oldukça masraflı ve zahmetli olması ürün maliyetini artırdığından diğer üretim yerleriyle rekabet de edemiyordu.  Konya’da bulunan İngiliz Konsolosu Stewart, 1879 tarihinde Konya ile ilgili hazırladığı raporunda da Konya vilayetinin batısında çekirge istilasının olduğunu ifade etmektedir. Vilâyet yöneticilerine göre; çekirge istilasına uğramış bölgelerde bu çekirgelerin imhası gerekmekteydi. Bu karara rağmen bu zamana kadar çeşitli teşebbüslerde bulunulduğu halde, halk arasında çekirge itlafının caiz olmadığı yönünde bir kanaat mevcut olduğundan, yeterince başarı sağlanamamıştır. Çekirgeden kurtulmak için öncelikle çekirge itlafının caiz olduğu yönündeki fetva ahaliye duyurularak çekirgenin tohum (yumurta) halinde iken yok edilmesi talep edilmiştir. Çekirge istilasının görüldüğü yıllarda tahıl ambarı olarak bilinen Konya’dan ise o dönemde devletin buğday talebinde bulunmadığı da görülmüştür. Osmanlı Devleti, 20. yüzyıla kadar Konya bölgesini tahıl açısından önemli bir merkez olarak görmemiştir. Bunun başlıca sebebi ise o dönemde Konya bölgesinde ekilebilecek arazinin çok ancak ekilen arazinin az olmasıdır. Konya Ovasının uçsuz bucaksız bozkırlarında fazla ekili olmayan alandaki otlaklıkların ve çayırlıkların çok fazla olması sebebiyle hayvancılık Konya halkının en çok uğraştığı alanlardan birisi olmuştur. Bu arazilerin birçoğu bataklık sayılırdı, dolayısıyla tarıma elverişli olmasa da yaz aylarında suların çekilmesiyle ortaya çıkan otlaklar hayvancılığa elverişli olmaktaydı. Öte yandan Konya bölgesi, Osmanlı Devleti için hayvancılık alanında bitkisel üretimde olduğu gibi önemsiz bir bölge değildi bu nedenle Osmanlı ordusunun ihtiyacı olan atların bir kısmı bu bölgeden temin edildiğinden önemli sayılmaktaydı.

Hayvancılığın bölgede olduğu gibi Konya merkezinde de önemi büyüktür. Devlet, Konya bölgesinde koyun ve keçinin çok bol olduğunu bildiği için her yıl Karaman eyaletinden 2.000 koyun talep etmekteydi. Bu iki bin koyunun temin edilmesinde birinci sırada 404 (%20,2) adetle Karaman kazası ve 335 (%16,75) adetle de Konya kazası yer almaktaydı. Tereke kayıtlarına göre Konya merkezinde sadece koyun- keçi değil, aynı zamanda öküz, inek, camız, at, katır, merkep ve deve bulunmaktaydı. 1899 Konya vilayet salnamesine göre Konya merkez kazada; 492.094 adet koyun, 212.016 adet tiftik keçisi, 23.205 adet kıl keçisi, 14.600 adet öküz, 9.970 adet deve, 4.500 adet eşek, 3.372 adet beygir, 502 adet manda ve 36 adet de katır mevcuttu. Hayvancılığın yetiştiricilik ve gelişmişlik modernlik bakımından tarımdan daha iyi olmadığı da görülmektedir. Farklı kaynaklara göre, 20.yüzyılın başlarında Osmanlı’nın  çeşitli bölgelerinde ortalama büyük baş ineğin canlı ağırlığı 100-350 kg, öküzün 400-500 kg, küçükbaş hayvanın da 15-40 kg gelmekteydi. Oysa aynı dönemlerde Almanya’da koyunun ağırlığı 50-80 kg arası, ineğin ortalama ağırlığı 500-600 kg arası ve öküzün ise 1000-1250 kg arası değişmekteydi. Konya bölgesinde inekten yaklaşık 61 kg, öküzden 83 kg ve koyundan da yaklaşık 16 kg et alınabiliyordu. Konya bölgesinde tarımda kullanılmak üzere büyükbaş hayvanın yılda verdiği gübre yaklaşık 1350 kg ve küçükbaş hayvanın da yılda verdiği gübre yaklaşık 130 kg idi. Fakat bir dönüm toprak için gerekli gübre miktarı 450 kg idi. Bu yetersizlik nedeniyle tarım alanları yeterince gübrelenemiyordu, böylece verim de azalıyordu. Ayrıca genel anlamda söz konusu olan dönemde Konya bölgesinde hayvancılık sayı olarak da çok gerideydi ve hayvan ihtiyacı genelde Erzurum’dan karşılanmaktaydı. Bunun böyle olmasında ise 1874 senesinde Konya ve çevresinde meydana gelen kıtlığın etkisi büyük olmuştur. Verilere göre 2 milyondan fazla küçükbaş ve çok sayıda da büyükbaş hayvan telef olmuştur. Kıtlık döneminde binden fazla da insan hayatını kaybetmiştir.

Almanya’da tohum başına alınan hasıla, yani atılan tohuma karşı alınan verim çok daha fazlaydı. 19. yüzyılın ilk yarısında bile buğdayda ortalama bire 6,0-11,4 ve arpada bire 8,5-16,3 alınabiliyordu. Anadolu’da ise bu rakam ancak 1909 yılında buğdayda bire 5,5 ve arpada da bire 6,6 seviyesine çıkabilmiştir.

1873 yılında meydana gelen şiddetli kuraklık sebebiyle mahsul kıt olmuştur. Bu yılın Kasım ve Aralık aylarında çok fazla yağan sağanak yağmurları, kış aylarında yoğun kar yağışını kar-fırtınaları takip etmiştir. Köylerde bulunan ve zaten az olan un, buğday, arpa ve saman gibi yiyecekler kısa sürede tükenmiş ve karın yolları kapatması sonucu çevreden de yardım alınamamıştır. Henüz Konya’ya demiryolu gelmediği için halk parasıyla bile zahire tedarik edememiştir. 1873‟te başlayan ve üç yıl süren bu kıtlıktan sonra Konya ve çevresinde 1887 ve 1898 yıllarında da kuraklık ve dolayısıyla kıtlık hadiseleri yaşanmıştır. 1886-1887 yıllarında çok fazla kuraklık olması sebebiyle zamanın Konya Valisi Mehmet Said Paşa tarafından Dâhiliye Nezareti’ne 2 Nisan 1887 tarihli bir telgraf çekilerek: “Hamdolsun Nefs-i Konya ile Akşehir ve havalisine dahi matlub-ı vechile yağmur yağmakta ve ziraatın kuraklıktan kurtulmakta olduğu ma’ruzdur.” denilerek durum haberdar edilmiştir. Ancak o sene bu sevinç fazla sürmemiş ve kuraklık sadece Konya ve havalisi ile sınırlı kalmamış; Adana’yı, Ankara’yı ve Kastamonu’yu da içine alan geniş bir alana yayılmıştır. 1898 yılında meydana gelen kıtlıktan sonra Karapınar ve Ereğli köylüsünün tohumluk ve yemeklik buğday ihtiyaçları için 1899 senesinde Ziraat Bankası tarafından dağıtılan paranın 200 bin Kuruşa ulaştığı bilinmektedir. II. Abdülhamid Konya’daki bu kıtlıklarla bizzat ilgilenmiş ve durumu defalarca telgraf vasıtasıyla sormuş ve durum hakkında bilgi almıştır. Bu kıtlığın ardından, Konya’da bir “Kıtlık Komisyonu” kurulmuş ve komisyon hasar tespiti yaptıktan sonra tohumluk ve yemeklik olmak üzere yaklaşık 12.500 ton zahireye ihtiyaç duyulduğu sonucuna varmıştır. Tüccarlarla görüşmeler sonucunda ihtiyaç duyulan zahirenin Suriye’den getirilmesine karar verilmiş ve Meclis-i Vükela da getirilecek olan bu zahireden gümrük almamaya karar vermiştir. Tüccarlara verilecek olan toplam 90 bin Lira peşin paranın bir kısmını II. Abdülhamid kendisi karşılamıştır. Yaklaşık 13.200 ton buğday ve un gemilerle Mersin iskelesine getirilmiş ve oradan da Konya’ya nakledilmiştir. Nakliye için gerekli olan 30 bin Liranın 5 bin Lirası hayırseverler tarafından karşılanmış ve geriye kalan 25 bin Lirası da yine Meclis-i Vükela‟nın kararıyla Teke sancağının 1887 yılı aşar gelirlerinden ödenmiştir. Getirilen bu kadar buğday Konya halkına dağıtılmıştı. Tarlası olmayanlara yiyecekleri kadar, tarlası olup da ekini tarlada kavrulanlara hem yiyecekleri kadar hem de tohumluk, kısmen o sene içerisinde yiyecekleri kadar hasat alanlara da tohumluk şeklinde pay edilmiştir. O günün şartlarında 13.200 ton buğday ve unun Mersin iskelesinden Torosları aşarak Konya’ya ulaştırılması ne kadar sıkıntılı olduğu ilk akla gelen konu olsa da asıl düşünülmesi gereken konu dönemin nüfusuna göre 13.000 ton buğdaya ihtiyaç duyulacak kadar şiddetli bir kıtlığın yaşanmış olmasıdır.

Görülüyor ki demiryolları yapımı o yılların ulaşımında önemli bir yer tutmakta olduğudur. Ulaşım ve yük taşımakta o yıllarda olduğu gibi günümüzde de yük taşımada tren ve yolculukta da hızlı trenler önemli ulaşım araçlarıdır. Arazinin fazla, nüfusun az olduğu yıllarda ulaşımın önemli olduğu gerçek, ancak günümüzde arazi miktarı o yıllardaki gibi fazla değil ve nüfus da fazla o nedenle tarım ürünleri üretimi daha da önemli hale gelmiştir.