Cihat duygusuna sahip olmayan

Müslümanlar, mezar taşı gibidir

Müminde uyarılması ve harekete geçirilmesi gereken en yüce duygu, kuşkusuz cihat duygusudur. Cihat duygusuna sahip olmayan Müslümanlar, mezar taşlarından farksız sayılırlar. Evet, onlar başka değil, sadece ölülerin temsilcileridirler. Böylelerine, Allah (c.c.)'ın merhamet nazarıyla bakması asla düşünülemez. Kendini Cenâb-ı Hakk'ın yüce adını anlatmaya adamamış bir insan, hedefsiz sayılır ve cansızlardan farkı yoktur. Müslüman, cihat ruhu ve mücahedesi oranında canlılık kazanır. Zira o, ancak cihatla kendini, ailesini ve milletini ihya edip koruyabilir. Gerçek diriliş, ancak cihatla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kutsal, en verimli, en iyi sonuç alınacak adım, mücahede ve mücadele doğrultusunda attığı adımdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in, genel ıslahatları arasında ölümden korkmayan, hak bildiği yoldan dönmeyen, olabildiğince diri bir toplumu ve aktif bir kadroyu yetiştirmiş olması, O'nun en dikkat çekici özelliklerindendir. Bu toplum sürekli olarak inançları uğrunda mücadele vermeyi düşünüyordu ve hatta ölümsüzlüğün sırrını onlar bu şekilde çözüyorlardı. Cihat sayesinde kıyamete kadar defterleri kapanmayacak ve böylece ebediyen yaşamış olacaklardı. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslâm uğruna katlandıkları, göğüs gerdikleri tehlikelerden ötürü, bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla anacak olduktan sonra, onlara nasıl 'öldü' diyebiliriz ki? İnsan öte dünyaya inanınca cihat en yüksek bir mefkûre, en tatlı bir ideal ve en yüce bir düşünce olur. İşte Rasûlullah (s.a.v.)'in sahabesinde gelişen duygu ve düşünce de buydu. Bedir'e gidebilmek için birbiriyle yarışıyor, çocuklar sırf harbe katılabilmek için, parmaklarının ucuna dikilip büyük görünmeye çalışıyor ve geride kalanlar harbe katılamadıklarından dolayı müteessir oluyordu. Evet, 'Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bizi niye kadınlarla baş başa bırakıyor? Düşmanın gelip kapıya dayandığı bir dönemde cihat erkek işiyse, biz kadınlar gibi neden evde kalıyoruz?' diyorlardı. O kutlu topluluk, Bedir'e bu hava içinde çıkmıştı. Orada insanlığın makus kaderini değiştirecek bir mücadele verilecek ve bir cihat yapılacaktı. O güne kadar sadece irşad ve tebliğde bulunuluyordu. Ama bir gün kâfir, müminin karşısına çıkınca, Allah Rasûlü (s.a.v.) ashabını topladı ve 'Bu toplulukla muharebe hususundaki görüşünüz nedir?' diye sordu. İlk cevap verenler, 'Ya Rasûlallah, biz buraya sadece kervanı takip etmek için çıkmıştık ve yanımıza ne mızrak, ne ok, ne de kılıç almıştık. Karşı taraf ise, bizim birkaç katımız ve bizden çok kuvvetlidir. Onlarla harp etmeye hazır değiliz' dediler. Allah Rasûlü, bu sözlerden memnun olmamıştı. Memnun olmadığını anlayan Mikdad bin Amr (r.a.) o gün Bedir'in tek süvarisiydi atını ileriye sürdü ve 'Ya Rasûlallah, biz sana Hz. Musa (a.s.)'nın cemaatinin Hz. Musa'ya dediği gibi demeyeceğiz. Onlar, 'Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada oturuyoruz' demişlerdi. Biz ise, şöyle diyoruz: 'Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ediyoruz ki, eğer sen deveni 'Berk-i Gımad' tepelerine kadar kamçılayıp sürsen, vallahi bir an arkandan ayrılmadan seni takip edeceğiz.' Allah Rasûlü, muhacirler adına konuşan ve bu konuda kendine teminat veren Mikdad b. Amr (r.a.)'dan memnun olmuştu. Ardından, Ensar (r.a.)'a döndü ve “Sizler de bana görüşünüzü söyleyin” buyurdu. Sa'd b. Muaz hemen ayağa kalktı ve 'Ya Rasûlallah, öyle zannediyorum ki, bizi kast ediyorsun?' dedi. Allah Rasûlü, yüz ifadesiyle 'Evet' deyince, bu defa O da bütün Ensar adına şunları söyledi: 'Ya Rasûlallah, biz sana tabiyiz. İşte malımız, istediğini al, istediğini bırak. İşte canımız, istediğin yere sarf et, istediğinle harp, istediğinle sulh et. Bizden bir kişi bile sen'den geri kalmayacaktır. 'Allah Rasûlü, Mikdad (r.a.)'dan sonra Sa'd (r.a.)'ın bu sözlerinden de çok memnun kaldı ve “Allah'ın bereketi üzerine yürüyün, Allah bana iki topluluktan birini vaat etti. Ya ganimet elimize geçecek veya bu düşmana karşı zafer elde edeceğiz” buyurdu. Sahabe, ciddî bir coşkunluk içindeydi. Bilahare karşılarında çözülen, dağılan ve Mekke'ye kadar kaçan küfür ordusunun fertleri, daha sonra şunları söyleyeceklerdi: 'Bizi öyle kıskıvrak yakaladılar ki, sanki elimiz kolumuz bağlı, onlara teslim olmuştuk ve onlar da birer birer boyunlarımızı vuruyorlardı. 'Yüce İslâm dininin hâkimiyetinin devamı ve Müslümanların zilletten kurtulup, izzetle (onurlu) yaşayabilmesi için cihat bir vecibedir. İslâmî bir cemiyet Müslüman bir toplum içinde bu işi yürüten kendini milletine adamış kara sevdalı ve gönüllüler ekibi yoksa ki Kur'an, 'olsun' diyor. İslâmî hayat da yoktur. Kişisel Müslümanlık olsa bile, güvensiz ve desteksizdir. Müslümanlar gökleri fethe gitseler ve yıldızları birbirine bağlasalar dahi, bu görevi terk ettikleri zaman, yine baş aşağı gideceklerdir. Teknik, teknoloji ve sanayide kazanılan ilerlemeler, tek başına Müslümanları içine düştükleri çukurdan çıkaramaz. Cihat, bir farz-ı kifayedir. Ancak bu görev günümüzde olduğu gibi sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılamaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman farz-ı ayn haline gelir ve her fert teker teker ondan sorumlu olur. İslâm devleti de sistemli olarak bütün çeşitleri ile cihat yapmalı ve her yıl en az bir kez ilan edilen cihat faaliyeti gerçekleştirilmelidir. Bunu yapmadığı takdirde devletin başkan ve idarecileri Allah (c.c.) katında sorumludur. Bazen nefis ile yapılan cihat görevini ordu yüklenir; bazen de emniyet kuvvetleri ve her ikisi de haricî ve dâhilî saldırılara, fitne ve terör faaliyetlerine karşı maddî cihat yapar, İslâm düşmanlarını öldürür, etkisiz hale getirir, bazen de kendileri şehit ve gazi olurlar. Asker bir milletin cihadı ise bölgesini ve bütün yeryüzünü içine alır. Zira o, bölgesinde ve yeryüzünde güven ve denge unsurudur. Allah (c.c.), ona bu misyonu yüklemiştir. Ancak onun yeryüzünde denge unsuru olabilmesi de bu işi en kutsal, en büyük ve en önemli görev bilmesine bağlıdır. İşte böyle bir görevi üzerine alan bir millet bulunmadığı takdirde, yeryüzünde dengeden bahsetmek de mümkün değildir. Ne acıdır ki, 2-3 asırdan beri müminler, başkalarının dengelerinin piyonları haline gelmiş ve bir türlü dengedeki gerçek yerlerini yakalayamamışlardır. Müminin camisi ve mescidi, sadece yaşlıların, uyuşukların, miskinlerin yeri olmuş, tekkesi ve zaviyesi aşktan yoksun insanların yatıp kalktıkları izbeler haline gelmiş, medresesi, skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve müminler, bu halleriyle meselelerini, eski çağların dehlizlerinde anlatan insanlar durumuna düşmüştür. Ve tabiî, devrini anlamaktan yoksun insanlar olarak da dünyanın siyasî, ekonomik ve askerî dengelerinde ortaya herhangi bir ağırlık koyamamışlardır. Modern teknik ve teknolojide asrın önüne geçemedikten aşk ve vecd içinde Sahabe seviyesinde bir hayat yaşamadıktan, Allah (c.c.) ile irtibat açısından tabiinin ibadet ve taatı ölçüsünde bir kulluk sergileyemedikten sonra, Müslümanlık adına yapılacak pek bir şey olmaz zannediyorum. Zira asrını yaşamayan, problem ve dertlerine, kendi asrına göre çözüm sunamayan ve müdahalede bulunamayan insanın, Müslümanlık adına bir iş yapması da asla söz konusu değildir. İslâmî onur ve gurur taşıyan her fert ve millet, mutlaka kendini cihat göreviyle görevli olarak görmelidir. Zaten kendinde böyle bir sorumluluk hissetmeyen fert ve milletlerin, İslâmî onur ve gururdan nasipleri olduğu da söylenemez. Cihat, öyle bir görev ve sorumluluktur ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu işe vakfetmesi ve 'ribat' yapması gerekmektedir. Böylece, iç ve dış düşmanlardan gelebilecek maddî ve manevî her türlü saldırı önlenecek ve bu 'uyûn-u sahire' (uyanık gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, her türlü felâket ve tehlikeden kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketli sayılır. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir. Hayatlarını vakıf haline getirmeleri sebebiyle de, yiyip içmeleri, yatıp uyumaları hep ibadet olarak kabul görecektir.

MUSTAFA KARADUMAN