Aşk, şiddetli sevgi, ibtilâ, düşkünlük, kemâl ve cemâl (güzellik)'den dolayı duyulan aşırı muhabbete denir. Bu aşka, daha çok 'mecazi aşk' denir. Bir de, cemâli kemal noktasında, kemali cemâl kutbunda O Ezel ve Ebed Sultanı Allah (c.c.)'a karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da 'hakiki aşk' denir. Allah (c.c.)'a karşı duyulan bu derin muhabbet veya 'aşk-ı hakiki' bizi O'na ulaştırmak için, yine O'nun tarafından bize armağan edilmiş ışıktan bir kanattır. O'na, varlığın esası olan Nur'a ulaşmak için geçici olarak ruhun kelebekleşmesi de denebilir. Aşk, Allah (c.c.)'ın insanlara verdiği bir lütfu ve bir ihsanıdır. Allah (c.c.), aşk ve muhabbet telleri ile yaratılmışları birbirine bağlamış, dünyanın ilmi ezelideki takdir edilmiş olan zamanına kadar düzen içerisinde devam ve bekasını, imarını, her cins canlının üremesini ve soyunun devamlılığını bu aşk ve muhabbet aracılığıyla sağlamıştır. Eğer aşk ve muhabbet olmasaydı, şu ağır ve çetin hayat mücadelesi içinde erkek ve kadın birbirine sevgi bağlamaz, birbirine kavuşmayı istemez ve sürekli birbirinden kaçarak, uzaklaşarak aile yuvası kuramaz ve böylece toplum düzeni bozulur ve devam etmezdi. Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine kavuşması, rızasını tahsil edip yaklaşmasını sağlaması için de yine aşk ve muhabbeti araç kılmıştır. Aşk ve muhabbetin insanla ilişkilendirilmesi, Cenâb-ı Hak'tan başkasından (masiva) ilişkilerini kesmesi içindir. Bir Müslüman masiva'dan alakasını kesmedikçe Cenâb-ı Hakk'a gerçek bir kul olamaz. Aşk ve muhabbet ise masiva ile alakayı kesmeye vesile olur. Kul, masiva'dan alakayı kesince de gerçek aşkın sahibi Allah (c.c.)'a aşık olarak, O'na muhabbet ederek, Aşkullah (Allah aşkı) onun kalbini ve bedenini kuşatır, gerçek kulluk görevini hakkıyla yaparak O'na kavuşma iştiyakıyla sürekli yanar durur. İşte her Müslümanın ahlaki görevlerinden biri de 'aşk-ı hakiki' yani gerçek aşk ile Allah (c.c.)'a, O'nun Peygamberi (s.a.v.)'e, Kur'an-ı Kerim'e, Sahabe ve Allah Dostlarına ve diğer bütün mukaddes varlıklara gönül bağlaması, onları her şeyin üstünde tutması; 'aşk-ı mecazi' yani geçici olan aşklara bağlanarak onlara takılıp kalmamasıdır. “İman edenlerin Allah (c.c.)'a olan sevgileri daha kuvvetli ve süreklidir.”

Allah (c.c.) sevgisinin ne olduğunu tatmayanlar bilmezler, o muhabbeti tatmak yeteneği ve duygusu ise herkese nasip olmaz. Çünkü lezzet her zaman idrak etmeye ve bilgiye bağlıdır. Allah (c.c.)'a muhabbet ise Allah (c.c.)'ı tanıma derecelerine göre ölçülür. Allah (c.c.)'ın sıfatlarını ve fiillerini çok iyi bilen Allah (c.c.)'ı da çok tanımış olacağına göre Allah (c.c.)'a muhabbeti de o kadar çok olur. Saadetin temel taşı, İslâm'ın 'iman' dediği Allah (c.c.)'ı marifet yani O'nu tanımaktır. Allah (c.c.)'ı az tanıyan az muhabbet sahibidir. Kalbi günahla dolu ve kirli olan da Allah (c.c.)'ı marifet lezzetinden yoksun olur. İnsanın kalbine tamamen Allah (c.c.) muhabbeti yerleşmedikçe tam anlamıyla bir muhabbet elde edilemez, bir köşesinde Allah (c.c.)'tan başkasına muhabbet yerleştirilirse o kalpteki muhabbet ve beraberinde lezzeti de azalır. Kalbi Allah aşkı ile dolu olanın duyacağı lezzetten üstün lezzet olamaz. Bu dereceye ulaşmış bir kimse, bütün sevgilerden kesilerek yalnız Allah (c.c.)'ı sever ve her an O'na kavuşmayı arzular.

Aşk; varlığın en esaslı ve aynı zamanda da en sırlı sebebidir; Allah (c.c.), Zat'ının bilinmesini sevip, istediğinden ve gelecekte gerçeğe uyanık ruhların O'nu esmâ (isimler), sıfat ve zatına karşı duyup izhar edecekleri derin alâkadan ötürü varlıkları yaratmıştır. İnsanlarda söz ve ferman dinlememe şeklinde zuhur eden aşk, Halik'ın, acz ve mahlûkata has temayüllerden münezzehiyeti ve Onun istiğnâ-i zâtîsine muvafık gelecek şekilde öyle bir muhabbettir ki; hilkat onun bağrında gerçekleşmiş, insanlık onunla gün yüzüne çıkmış, gönüller onunla donanmış ve Hak'la münasebetin en önemli merkezi haline gelmiştir. Aşk, vuslat (kavuşma) kademelerinin final noktasıdır; o noktaya ulaşan sevenin, atacağı bir adım ya kalmıştır veya kalmamıştır. Hakk'ın ilk tecellisi, Zat'ının iktizasından ibaret olan işte bu muhabbet üstü muhabbettir. Bilâ kayd-u şart, ona aşk isnadından kaçındığım için bu tabiri bilhassa kullanıyorum. Bu ilahi muhabbete 'ilim' diyenler de olmuştur; çünkü o mutlak ve münezzeh olan Zât aleminin tecelli itibariyle ilk tenezzülüdür. Bu tenezzüle; Allah (c.c.) ilminden ibaret olması itibariyle 'ilim' görmek ve görünmek muhabbetinden ötürü 'aşk-ı münezzeh', bütün varlığı ihtiva etmesi zaviyesinden 'levh', her şeyin tafsilatıyla ele alınması noktasından da 'kalem' denir ki, 'ceberût' ve 'Hakikat-i Ahmediyye' de bu âlemin bir başka unvanıdır. Aşk-ı münezzeh, Hakk'ın Zat'ıyla alakalı bir sırdır; Onun diğer sıfatları ise, aşka müzâftır. Bundan dolayıdır ki, aşk kanatlarıyla uçanlar, doğrudan doğruya Zat'a ulaşır ve hayretle ererler. Diğerlerinde, eşya ve esmâ berzahlarından geçme zarureti vardır. İnsanı, Allah (c.c.)'a ulaştıracak yollar sayılmayacak kadar çoktur. Tasavvuf ve hakikat ilimleri, o yollarda yolcuların zâdı (azığı), zâhiresi (tahılı), ışığı, rehberi; tarikatlarda, bekleme salonları, sonsuza açılma limanları ve bu uzun yolculukla alâkalı talim ve terbiyeyi derpiş eden mekteplerdir.

İmam Gazali diyor ki: 'Sevgi, insan yaratılışının, zevk aldığı bir şeye meyletmesidir. Bunun kuvvetli şekline aşk denir. Aşık sevdiğine karşı şefkatli olur ve malını mülkünü onun yolunda harcar. Hz. Yusuf (a.s.)'a olan aşkı ile dillere destan düşen Züleyha buna açık bir örnektir. Gerçekten Züleyha, aşkı yüzünden malını mülkünü, hatta güzelliğini bile kaybetti. Kendisi yetmiş deve yükü inci ve mücevhere sahipti. O paha biçilmez gerdanlıkları Hz Yusuf (a.s.)'a olan aşkı yolunda harcadı. Her kim, ben bugün Yusuf'u gördüm, derse ona değerli hediyeler veriyordu. Böylece insanlara hediye vere vere varlığını bitirdi. Her şeyi Yusuf diye çağırdı. O'na olan aşırı derecedeki aşkı yüzünden Yusuf kelimesinden başka her şeyi unutmuştu. Öyle ki başını göklere kaldırdığı zaman yıldızlarda Yusuf ismini yazlı görürdü. Züleyha iman edip Müslüman olduktan ve Hz. Yusuf (a.s.) ile evlendikten sonra, artık O'ndan yavaş yavaş uzak durmaya ve ibadet için köşelere çekilmeye başladı. Çünkü Yusuf (a.s.)'a olan aşkı, artık o aşkın sahibi Allah (c.c.)'a dönmüştü. Öyle ki, Hz. Yusuf (a.s.) onu yanına çağırdığı, hizmetine davet ettiği zaman o şöyle derdi: 'Ey Yusuf, ben seni, Allah (c.c.)'ı tanımadan önce sevmiştim. Fakat O'nu tanıdıktan sonra gerçekte O'na ait olan sevgiden, kalbimde başkasına yer kalmadı. Allah (c.c.)'a olan sevgimi başkasına ortak etmem.' Bir âlime aşık kimdir ve özellikleri nedir, diye sorarlar. O der ki: 'İnsanlarla az görüşür, konuşur. Rabbi ile daha çok baş başa kalır. Görünüşü sessizdir, fakat sürekli tefekkür halindedir. Baktığı zaman görmez, çağrıldığı zaman işitmez, konuşulduğu zaman anlamaz. Başına bir felaket gelirse üzülmez. Aç kalsa açlık hissetmez. Görünüşü dağınıktır. Allah (c.c.)'tan başka kimseden korkmaz. Tenhalarda Allah (c.c.)'a yalvarır. Dünyalık yüzünden insanlarla asla çekişmez.' Hz. Ebubekir (r.a.) buyurdu ki: 'Kim ki Allah (c.c.) aşkından tadarsa, bu lezzet onu dünya isteklerinden uzaklaştırır ve bütün insanlardan kaçındırır.'