Bir an şöyle düşünelim;

Binlerce yıllık yaşamı özdeşleştirmiş bir toplummuşuz. 

Ahlaki değerleri içselleştirmiş, yaşam biçimi haline getirmişiz.

Dini inançlarımızı anlama, algılama takva haline getirmemiz tamamlanmış.

Kamil ve kâmile haline gelmişiz.

Empati gücümüz zengin, anlayış ve kavrayış olarak nerede ise kendimizden vazgeçeceğiz!

Komşu aç yatarken tok yatmayı bir türlü beceremiyoruz.

Hatta her şey o kadar önemsizleşmiş ki;  komşu bize mirasçı olmuş.

Maldan mülkten bahsetme görgüsüzlük haline gelmiş.

Çevrenin insanlığın gerçekten yaşam alanı olmuş ve onu canımızdan fazla korumaya başlamışız.

Yaratılmış her şey evrende değerini bulmuş, insan da âlemin en onurlu yaratılmışı olmuş.

Bencillik, kibir, hasetlik fesatlık, cimrilik insanlık özelliklerinden sayılmaz olmuş.

Şiddet zulüm artık en nefret edilen davranışlar olmuş.

Hilekârlık, hırsızlık, uyanıklık,  kurnazlık tilkiye bile yakışmaz olmuş.

Dünya barış içerisinde.

Demokrasi gerçek manasında kullanılıyor.

Kölelik kalkmış.

Devletler gerçekte insanlık için yaşar olmuş.

Gerçek uygar ve medeni  toplumlar oluşmuş.

Kültür toplumun en değerli varlığı olmuş.

Böyle bir toplumda yaşamanın onuru ve mutluluğunu iliklerimize kadar hisseder olmuşuz.

İnsanlık makamı insanların tamamını yaşam biçimi ve anlayışı ile tecelli etmiş.

Yaratılmanın en üst seviyesinde yaşar olmuşuz yani

Böyle bir yaşamda yaşamayan var mı?

Ben toplumda görmedim.

Hepimiz yukarıdaki yaşamı yaşayan baş rolünde olan insanlar değil miyiz?

Bence hepimiz insanlık makamını hak etmiş insanlarız.

Zaten onun için hep başkasına kızmıyor muyuz?

Hep başkalarından şikâyet edişimiz bundan değil mi?

Elbette öyle. Şöyle bir düşünelim ne kadar mükemmeliz.

Hiçbir kusurumuz, hatamız yanlışımız yok.

O zaman herkes böyle olduğuna göre toplumlar insanlık makamının en güzel örneklerini temsil ediyor. Bir gün uyandığımızda bazı şeylerin bozulmaya başladığını önce hissedelim.

Sonra farkına varalım.

Yavaş yavaş iyi ve değerli bütün meziyetleri yavaş yavaş kaybetmeye başlayalım.

Neler oluyor…

Jose Saramago’nun KÖRLÜK kitabında olduğu gibi.

Kahramanın kırmızı ışıkta dururken görmemeye başladığı gibi…

Ve körlüğün toplumun tamamına yayıldığı gibi.

 Farz edelim;

İnsanlık bilincimiz de kuruyor.

Adaletsizlikler ortaya çıkıyor.

Hırsızlık dolandırıcılık, hilekarlık davranış biçimi olmaya başlıyor.

Birden yalan söylemeye başlıyoruz.

Hissizleşiyoruz.

Gerçekte sevmediğimiz halde seviyormuş gibi yapıyoruz.

İnsanlığa dair her şey rol icabına dönüşüyor.

İnsanlar, iletişimimizi bozuluyor.

Tek sermayemiz başkasını yermek, kötülemek, ayağına bağda atmak.

Fesatlık, hasetlik içimizi kemirmeye başlamış..

Bize sağlanan imkânlar karşılığında her türlü ahlaksızlığı yapmak sıradanlaşmış.

Hatta en iyi ahlaksızlık ve hilekârlık toplumun en değerli makamı oluyor.

Sahte bir yaşam biçimimiz olmuş

Zihnen ve fikren kötülükleri yaptığımız zaman kar sayıyoruz. Bu karın zenginliği ile yatıp kalkıyoruz.

İş arkadaşımızı, ailemizi, devletimizi dolandırmak, söğüşlemek büyük bir kazanç kapımız oluyor.

Zenginliğimiz ezdiğimiz insanlar üzerindeki etkiler, devletten çaldıklarımız, insanlardan çarptıklarımız oluyor.

Ruhumuz kalbimiz kötülükten başkasını görmez olmuş.

Kibir bütün benliğimizi sarmış.

Yani yeni bir yaşama doğru  gitmeye başlamışız.

İnsanlık ve değerlere dair bilgiler ve anlatılanlar sadece masallarda kalmış.

Öyle davrananlar toplumun en aptalı olarak görülüyor.

Acaba hangisi gerçek ? Acaba hangisi şahsımızın gerçeği….