Hz. Âdemle başlayan varoluş ve çılgınca beynimizde raks eden yaşam kavgası. Beşerin mayası, özü, soluğu ve kader tohumu. İnsanlığın omuzlarına olanca haşmetiyle çökmüş, buram buram terleten ve terletmeye devam edecek olan kalp ağrısı, gönül burkuntusu, göz kıpırtısı “ALIN YAZISI” gök sofrası şeklinde şafakta saklanan geçmiş ve geleceğin sevgilisi, peygamber muştusu ile filizlenen kader fidesi…

  Çatlak ve nasırlı ellerde gül; görünüşte parlak ve süngerimsi; ezelde zift lapımı halinde kokuşmuş avuçlarda kar, kış ve yaz, karanlık ve aydınlık, diken ve çiçek. Memleket ve milletin, fert ve toplumun alın yazısı, semanın ve arzın alın yazısına bağlıdır. Temiz, berrak nâzik ve latif havayı teneffüs edemeyen ciğerlerimiz alnımızdaki yazının yaldızlı ve görünüşlü olmasına manidar gözükmektedir.

Yazımızın temiz olasının kıvancı olan ter,  mutluluğumuzun sevinç yaşlarıyla bir nisan yağmuru gibi sağnak sağnak dökülmelidir, gönül keselerine. Gaddar ve câni gözüken hayat cellâtları, şarap şişelerini, bu ebru-nisan alın yazısının bereketli sularından doldurmaları, kör gözlerine fer, topal hayatlarına sağlık bahsedecektir elbette…

Beşerin alın yazısı “ eşrefi mahlûkat” olarak yaratılan insanın atası Hz Âdem’in alnında ilelebet mükemmelleşecek bir şekilde vurgulandı. Ona hayat damgası vuruldu. O damga ki,  insâni gözlerimizle göremeyeceğimiz kutsal makam’a, melekten öteye; ya da zelil ve perişan yaparak mahlûkattan aşağılara transfer ediyordu. Belki Nuh’un gemisi bir alın yazısıydı. Babasına oğlu Kenan’ın elinden ilişme fırsatını verilmediği kara alın yazısına zıt ak alın yazısı.

Beşer, mevsimi geçmiş, günü ve saati yetmiş, bir tohum gibi “kün” emrine istinaden üzerindeki perdeyi yırtarak dünyaya gözlerini açmayı başarmıştı. Evet, ikinci ata, başak veriyordu. O, Âdemle tohum tutmuştu arzda. Sonra Nuh’un gemisi ile bir kısmı kurtulmuş, bir kısmı tufanla hazan’a uğramış, tarumar olmuştu. Zamana ve zemine dayanıklı yanını sıfırdan başlayan yeryüzünün halifesi aklıktan yerinden parıl parıl parlıyordu. Artık köklerini derinliklere uzatmış, dalarlını yaymış, Çiçeklerini uçurmuş, meyvesini veriyordu af-dem ağacı.

Çünkü o, yok olmayı değil var olmayı vaat ediyordu özüyle. Fakat teklik, vahdaniyet yalnız hâlik’e mahsustu. Nitekim bu ilâhi kanun değişmeyecekti. Tek ve tekil değildi alın yazası. Gece ve gündüz, nur ve kor, bıçak ve kuran gibi. Görünüşte kurban bıçaktan güçlü ve kuvvetliydi, gerçek ise tam tersine. Bıçağın keskinliği kuvvetliliği kurbana her zaman galebe gelecekti.

Beyinlerin işlevliğine yitirdiği, maddenin soluğunun kesildiği yerde, sema da haykıran Leyla ve mecnun, kerem ve aslı, Ferhat ve şirin nameleri şeklinde yankılanıyordu alın yazısı.

O, ne mâşukunu aşka, nede aşkı mâşuka arattığı kadar rumuzdan arattığı kadar ruhumuzdan uzaktaydı. Belki doğanın bütün çiçeklerinden işlemeli bir gelin örtüsü ya da aydınlığı saklayan İblis patiskası gibi yüzümüzdeydi. Nur ve kandı alın yazısı…

Nefis ve ruh, Nemrut ve İbrahim. İbrahim gibi olmalıdır alın yazısı. Ateşe meydan okuyan, ateşin kendisinde yakacak bir şey bulamadığı altın külçesi. Adalet ve altın. Adalet saf altuni yakamaz ancak onun pasını, küfünü ve kirini yakar ki; buda gerekli ve elzemdir. Kutlu alın yazımızı koruyacak bir siper olmuştur kara gecelerin karanlığını gölgelemekle…  

İnsanın rotasını ayarlayan ezeli ve ebedi görevli iyilik ve kötülük melekleridir belki. Kim bilir belki bir gün gönül sevdalısı gibi atacağı karanlıktan aklığa, Aydınlığa ve düzlüğe itiverir… 1982