Sarsıcı olsun diye böyle bir başlık attım. Elbette ki 1 dolar 10 TL olmaz, ama bu olmayacağı anlamına da gelmez. Bu kafayla gidersek, ekonomide problemler yaşarız. Bizi her alanda tam bir seferberlik kurtarır. Seferberlik gerçeğini ilk dile getiren de Cumhurbaşkanımız R.Tayyip Erdoğan'dı: "Teröre karşı, terör örgütlerine karşı, ülkemizi terbiye etmeye çalışanlara karşı, Malazgirt ruhuyla, Osmanlı çınarının azametiyle, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı'nın azmiyle yeni bir seferberlik çağrısı yapıyorum."(Gazeteler,21.03.2016)

Evet, “ülkemizi terbiye etmeye çalışanlara karşı!” bizi ancak milli bir seferberlik kurtarır. Daha önce de yazdım, hayrımıza olan söylenir de yapılmazsa millet de, devlet de, siyasiler de kaybeder.

Yıllar önce okuyup gün olur değerlendiririm diye aklımda tuttuğum bir yazıdan notları okuyalım: “Bir pirinç tanesinin önemi: Beş yaşındaydım. Rahmetli babaannem, pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi ve aramaya başladı. Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu. Çocukluk işte, “Aman babaanne...” dedim, “Bir pirinç tanesi için bu kadar çaba harcamaya, yorulmaya değer mi?” Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu, “Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun” dedi, “Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanın göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?” diye çıkıştı. Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.”

“İsveç'te tıraş bıçakları: On dokuz yıl evveldi. Stockholm'e gitmiştim. Bir otele yerleştim. Sabahleyin, tıraş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm. “Lütfen” diyordu, “Tıraştan sonra jiletinizi çöpe atmayın. Yanda bir kutu var, oraya bırakın. Bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun.” Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde “İsveç çeliğinden yapılmıştır” diye yazardı. İşte o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.”

“Japonya'da tasarruf: Japonlar son derece sade, basit, yalın, mütevazı yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Bir insanın gösteriş için, eşyanın esiri olması ne kadar acıdır. Vaktiyle Japon ekonomisi bir darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor. Zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar. Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve “Şu andan itibaren” der, “Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim. Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.”  Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder.”(Can Ataklı, 05.04.2008 Cumartesi(Bir dönem yazarı olduğu Vatan Gazetesi'nden)

Böyle bir tasarruf seferberliği için geç bile kalmadık mı?!..

Mustafa Kaya, “Kimin İçin Yatırım?!..” diye soruyor: “Yap-işlet-devret modeli dünyanın birçok bölgesinde kullanılan, yatırımcıyı taşın altına elini koymaya teşvik eden bir uygulamadır.(!)Ancak nasıl bir “yap-işlet-devret” modeli sorusunu da yanıtlamak zorundayız. Çünkü sonuçta yükümlülük altına millet olarak bizler giriyoruz. En basitinden değerlendirirsek, ücretinin yüksekliğinden dolayı kullanamadığımız köprü, içinden geçemediğimiz tüp geçit varsa, biz bunların sağlıklı yatırımlar olduğunu söyleyebilir miyiz? Hem neden bütün ücretlendirmeler Amerikan dolarına bağlı olarak belirleniyor, hiç düşünüyor muyuz? Kimileri dolar için “3.30 olmuş bize ne, Amerika düşünsün” diyerek iktidarı koruduklarını zannediyorlar. Acınacak halde olan bu kişiler, sadece köprü geçiş ücretlerinin bile neden USD cinsinden hesaplandığını çözebilseler, nasıl aciz ve gülünç bir duruma düştüklerini belki anlayabilirler.

Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli, 3.Havaalanı! Hepsi de elbette önemli hizmetler. Ancak ortada bir terslik var. Birileri bunların izahını yapabilmeli. İstanbul'da üçüncü köprümüz oldu ama hem köprü geçişi, hem de bağlı bulunduğu otoyolların yüksek fiyatından dolayı İstanbul trafiğinde herhangi bir rahatlama göremedik. Eğer derdimiz trafiğe neşter vurmaksa ki öyle olmalı, köprü adedi arttıkça fiyatın daha da düşmesi beklenir. Bir şeyin sayısı arttıkça fiyatı ucuzlar değil mi? Ne yazık ki öyle olmadı, olmuyor. Dünyanın en pahalı geçiş ücretlerinde ilk sıralardayız. Hadi bunu da geçtik. Hazine, Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nden her gün 135 bin, Osmangazi Köprüsü'nden ise 40 bin araç geçişini taahhüt etti. Belirtilen sayıda araç geçişi sağlanamayınca, kalan kısım milletin kasasından tamamlanıyor. Şehirlerarası yolcu otobüsleri ve kamyonlar da Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nü kullanmak zorunda. Otobüs işletmecileri bunun yolu 130 kilometre uzattığını ve otobüs başına maliyeti de 5 bin lira arttırdığını söylüyorlar. Kamyonlar ise Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden geçerlerse 500 TL cezaya çarptırılıyorlar. Yani insanları 3.köprüye zorla yönlendirdiğimiz halde bugün bile beklenen sayıda değiliz. Her iki köprüde de taahhüt edilen araç geçiş adedinin yaklaşık yarı sayısına ulaşabiliyoruz. Belki ömründe bu köprüleri bir kere dahi kullanma fırsatı bulamayacak Anadolu'daki insanımız da, doğal olarak ekranlardan gördüğü açılış törenlerini alkışlıyor. İnsanlarımız nasıl bir yükün altına sokulduklarının farkında değil. Buna rağmen bizim gibi bağcıyla derdi olmayan eleştirilerle karşılaştıklarında ise “gözünüze, dizinize dursun” diyorlar. “Derdiniz ne de, bu yapılanları çekemiyorsunuz”, diye günahımıza giriyorlar.

 İşin ilginç bir boyutu daha var. Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nün 2,3 milyar USD kredisinin önemli bir kısmı Halk Bankası, Vakıflar Bankası ve Ziraat Bankası tarafından karşılandı. Osmangazi Köprüsü'nün yapımında da 1 milyar dolar krediyi devlet bankaları verdi. Yani devlet bankaları da bu projelere finansman desteği sağladı. Yani para devletten, geçiş taahhütleri devletten, işi yapanlar için risk yok denecek kadar az. Bakan Ahmet Arslan, “Biz etüt çalışması yaparken Osmangazi'den 15 bin, Yavuz Sultan Selim'den 50 bin araç bekliyorduk. Bizim bu konuştuğumuz rakamlar başlangıç rakamları. Bağlantı yollarının tamamlanmasıyla bu sayı daha da artacak” demişti. Allah aşkına, bu fizibiliteye rağmen Osmangazi Köprüsü için 40 bin, Yavuz Sultan Selim için 135 bin araç taahhüt etmek hangi ekonomik gerçekliklerle bağdaşıyor! Tamam, “yap-işlet-devret” modelini kullanalım ama kendimizi neden kullandırıyoruz! Kamu yatırımı demek vatandaşa en iyi hizmeti mümkünse ücretsiz, değilse bile en ucuza sunmak demektir. Bilinmeli ki, sesi çıkmasa da kamu vicdanı bu mantıkla yapılan yatırımları anlamakta zorlanıyor.”(Milli Gazete 20.11.2016)

İşler istediğimiz gibi gitmedi mi, hemen tamamı doğru olan nedenleri sıralayıp, epeyce de bahaneye sarılıyoruz. Her türlü engeli aşmak, zorlukları altetmek de bizim en öncelikli işimiz olmalı. Bunları gerektiği biçimde yapmıyoruz. “Milli İrade” nasıl ki ısrarla ve canı pahasına siyasi iradeye güç veriyorsa, siyasi irade de “Milli İrade”nin refah, huzur ve rahatlığını sağlamayı başarmalıdır. “Kriz” korkusu ile nereye kadar gideceğiz. Her birimiz simit satan; bir simitçi çocuk kadar kendimize, ailemize, milletimize ve devletimize faydalı olabilmeliyiz. Simitçi çocuk yazın sıcağında da, kışın ayazında da simitlerini satıp, ailesi için elinden gelenin fazlasını yapıyor. Azami tasarrufla, milli seferberlikle, yeni ve büyük ideallerle çok güçlü bir başlangıç yapmalıyız. Günü kurtararak varacağımız bir hedef yoktur. Selam, sevgi ve hürmetlerimle efendim!