Hangi mesleği icra ediyor olur isek olalım, yaptığımız işin hakkını vermeliyiz. “Akşam olsa, mesai bir bitse de, evimize gidip şöyle ayaklarımızı uzatıp çayımızı yudumlasak” tavrı hiç kimse kusura bakmasın tam bize göre bir tavırdır. “Salla başı al maaşı” prensipsizliğiyle hareket ettik. “Gönüllü pilav yemeye bile gitmeyeceksin” sözü adeta hayat düsturumuz oldu. “Ne arkada kal ne önden git hep ortadan git!” tavsiyelerinde bulunduk çocuklarımıza, tanıdıklarımıza.

18 yaşımda başladığım devlet memurluğumda ilk görev yerim İzmir idi. Anadolu’nun bir dağ köyünden İzmir gibi bir anakent şehre, bir deryanın ortasına düşmüştüm. Benden yaşça büyük olanların önemli bir çoğunluğu;  “Arkadaşım İzmir’e gelmişsin, bundan ala şans mı olur? Gez toz, hayatını yaşa. Bir daha mı geleceğiz dünyaya, toprak olup gideceğiz nasılsa...” tavsiyeleriyle adeta beyin yıkıyorlardı.

Demiyorlardı ki; “tamam hayata atılmışsınız, maaşınızı da alıyorsunuz, bakın uzaktan eğitim diye bir konu var oralara kayıt olun, her çeşit konuda kurslar var seminerler var kültür programları var, oralara devam edin, sanat dallarıyla ilgilenin, zamanınızı boşa harcamayın.  Mesainiz dışında mutlaka farklı alanlarda değerlendirin zamanınızı...” Bunları diyen hiç mi kimse yoktu? Elbette vardı. Ama “devede kulak” bile değildi bunları diyenlerin sayısı. Zaten görevinin hakkını verenler de bu şekilde tavsiyelerde bulunanlardı.

Saklı değil gizli değil... Mesainin bitmesini iple çekerdi herkes. Bu düşüncede olanların dışındaki bir avuç azınlığın, vatan ve millet sevdalısı insanların etrafında dönerdi bütün işler. Onların mesai gibi bir mefhumları yoktu. Onlar hak, hukuk bilen, doğruluktan, dürüstlükten asla taviz vermeyen bir azınlık gruptu. Her kesimde buna benzer gruplar oldu mu zaten işler de yürürdü. Bütün başarılar onların sayesinde elde edilirdi ama ödülü hep başkaları alırdı. Zira üreten başkaları olur, satışı yapanlar başkaları... Bu gibiler prim yaparlardı hep.

Maalesef hep bu düşünceler ile geldik geçtik. Hem bu düşünceler içinde ömür tükettik hem de sürekli olarak ülkemizin üretimden uzak hep tüketime yönelik politikalar ürettiğinden bahsederek bitirdik ömrümüzü... Eğer ki o tertemiz yürekli vatan millet aşkı ile dolu olan, “önce milletim” kaygısıyla hareket eden insanlar olmasaydı, şimdide hala o düşüncedeki insanlar olmasalar ortada ne içinde yaşayacağın bir devlet ne o devleti koruyacak bir millet kalırdı.

Bizim görev yaptığımız yerlerde herkesin gözüne mıh gibi çakılacak yerlere tabelalar asarlardı. Şimdi hala var mı bilmiyorum. Mesela şöyle yazardı birinde. “Bu devleti en çok seven, görevini en iyi yapandır.” İşte bu düşünce yapısında olan ve gerçekten işini en iyi yapma gayretinde olan ve yapanlarımız sayesinde dimdik ayaktadır bu devlet.

Hem sürekli olarak kaçak güreşip hem de devletten milletten çok büyük başarılar bekleyen sülükler vardı içimizde. Her kurumda her iş yerinde böyleleri var maalesef. Hele de devlet teşekküllerinde... O yerlere girinceye kadar atmadığımız takla kalmaz ama bir koltuğa oturunca da gözümüz kimseleri görmez...

Japonya gibi Almanya gibi ülkelerdeki insanlar, özellikle de İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra, normal mesai süreleri dışında bir saat de devleti için fazladan çalıştıklarını biliyoruz.

İşte vatanseverlik denilen şeyi buradan öğrenebiliyoruz. Şimdi o ülkeler; tabiri caiz ise eğer “dünyayı ekonomik açıdan da diğer bütün konularda da dik durduruyorlar.”

Bizde ise İkinci Dünya Savaşından sonra sürekli olarak rejim korkularıyla milletin üzerine karabasanlar gönderenlere muhatap olmuş millet. Her 5-10 yılda bir muhtıra, darbe, mektup v.s faaliyetlerine  maruz kalmış.  

Milletin kılık kıyafetleriyle uğraşmışlar on yıllar boyunca... Din iman meselelerini, ne devlet kendisi doğru dürüst öğretebilmiş ne de öğretmeye çalışanlara huzur vermiş. Bir öğrencisine neredeyse 20 yıl yabancı dil dersi vermiş, güya ona yabancı dil öğretmeye çalışmış ama ne yazık ki, bir tanesine bile bir yabancı dile öğretememiş. Öğrenen de kendi gayretiyle kendi parasıyla kurslara, yabancı ülkelere giderek öğrenebilmişler.

Adında “milli” olan, ne milli eğitimimiz milli olabilmiş ne de yine adında “milli” olan milli savunma bakanlığımız... Hep veririm bu örneği. 66 hükumet değişmiş buna karşılık 78 milli eğitim bakanı değişmiş. Her bakan ortalama 8 ay görev yapabilmiş. Yerimizde patinaj yaptığımızın sebebi buradan belli değil mi? Yakın zamana kadar Hv. K.K.lığında % 80’e yakın dışa bağımlılık gerçeği patinaj yapmamızın asıl nedeni değil mi? % 80 dışa bağımlı olan bir ülke her türlü baskıya, zulme, teröre, v.s olaya boyun eğmez de ne yapabilir?

Kendi yaptığımız uçakların fabrikalarını kapatan, kapattıran bir düşünce sarmış örümcek ağı gibi her bir yanımızı.

Yazımızın başlığına gelecek olur isek eğer, uyurken bile kaliteli uyumaktan başka çaremiz yok. Kalite bu kadar önemli...

Sanayici imal ettiklerini, tarımcı tarım ürünlerini, doktor hastalarını ve ilaçlarını, mühendis tasarımlarını, öğretmen bilgilerini, asker; savunma, hücum, istihbarat, teknoloji, bakım ve lojistik faaliyetlerini, çoban güttüğü koyunlarını, şair şiirlerini, yazar yazılarını, ressam resimlerini kaliteye önem vermeden yaparsa, kimsenin kimseden bir şey istemeye hakkı yoktur.

Herkes işini iyi yapsın, kendine baksın.