Şeriat; sosyal hayattaki fiil ve davranışları, emir ve yasakları yani daha çok işin görünen kısmını, İslâm'ın "Zâhiri"ni ifade eder. "Şeriat zâhire bakar" sözüyle vurgulanır.Tasavvuf ise; ilim, zikir ve güzel ahlak ile disiplinize olarak, kalp yoluyla Yaratıcıyla birleşip İnsan-ı Kâmil olmayı, “Bekâbillah” da yok olmayı hedefler ve daha çok İslâm'ın bâtınını ifade eder. Kalp işidir, gönül işidir.Gücünü, hissini ve ilhamını, hakikat bilgisinden, özden, Allah'dan alır. 

Bu durum Tasavvuf erbabı İslam'ın zâhirî emir ve yasaklarını takmaz anlamına gelmez, gelemez. Sadece bir şeyin bâtınını, hakikatini ön planda tutan bir yaklaşımdır. Hakikati ve bâtını ön plana çıkaran bu duruş, onu Şeriatten amade-gayrı kılmaz. Sadece önem sırasını değiştirir. 

Kulun dış görüntüsüne takılarak uzaklaşmak yerine hakikatine bakarak, kim olursa olsun, ne yapmış veya ne yapıyor olursa olsun hidayetine vesile olmak ve bilgiyi yüklemek için ona el uzatmayı, bu amaçla saygıyla yaklaşmayı seçer. Takdir edersiniz ki bunu yapabilmek için zâhirden çok bâtına bakmak gerekir. Bu tavır günahı görmezden gelmek veya önemsememek değil; 'çamura batmış kişiyi kurtarmak için elini çamura sokan bilgenin erdemini' taşır. (Ancak usta olmayan, nefis ve şeytanına galebe etmemiş, kendisi terbiyeden geçmemiş, bilgiyi içselleştirememiş kişi bunu yapmaya kalkarsa kendisi de batmak tehlikesi vardır!)

Tasavvuf; ibadatı, tefekkürü ve ilmi düz geçmez; bilakis bu konularda son derece dikkatli ve hassastır.

“Hakikate erdim, bana Şeriat gerekmez” demek de asla tasavvuf olamaz. Hz. Abdulkâdir Geylani yıllarca çölde riyazet halinde yaşamış, sonunda şeytan ona gaipten ses vererek “Tamam sen oldun, artık namaza niyaza gerek kalmadı” diyerek aldatmaya, sınamaya kalkmıştır. Büyük evliya: "Hayır, Allah'ın sünneti-adeti-emri değişmez, bu halimi muhafaza ve ruhsal tekamülüme devam için ibadatımdan geri kalmam" diyerek riyazetini başarıyla tamamlamış, halkına dönerek irşad işleriyle meşgul olmaya başlamıştır. Resulü Ekrem bile "Ya Muhammed sen peygambersin neden bu kadar namaz ve zikir ile kendini yoruyorsun, cennetle müjdelisin" diyenlere "Şükür etmeyeyim mi?" buyurmuşlardır.                                  

İşte Tasavvuf; tam olarak Hz Muhammed'in ahlâkıdır.

Tasavvuf; hakîkate ulaşan kişinin, olaylara verdiği içsel ve dışsal "Doğru Tepkileri” işler.

Tasavvuf; şeytani ilhamların, gizli küfür ve şirkin sesi de değildir. Nefs-I Mülhime makamının özelliklerini bilmeyen kişilerin, dervişlerin bu makamdan geçerken manevi cereyanlara kapılarak, aşk halinde söyledikleri bazı sözleri Şeriata göre yorumlama hataları; Tasavvufun, uçuk-kaçık-duygusal, aşırı hoşgörülü hatta şeytani ilhamlar olarak görülmesine neden olmuştur.

Evet, bu sözlerden bazıları henüz tekâmül yolunda olan dervişin aldığı ilhamlarla kendisine özel haller olabilir. Hatta araya kendi bilinç- bilinçaltı sanrıları girebilir. Şeytanın attığı vehimlerle karışabilir. Ancak bu sadece Nefs-i Mülhime (ilham alan nefs) makamından geçerken olur. Bu makamı geçip ilerleyebilen âriflerde oluşan haller ise tamamen "bâtınî ilimler ve Rahmâniilhâmlara" aynalık eder ve hakikatin sesidir. Bu ilhamlar, Ârif'in erdiği sırlara, yakinine göre değişir.

 Ariflerin bazı sözlerinin hakikatini, Zâhir-Şeriât gözüyle dışardan bakarak anlamak ilk bakışta zordur. Hatta bu şekilde anlamaya çalışmak 'abesle iştigal' dir. Zira Şeriâtzâhire bakar. Bu sözler ise bâtıni kaynaklardan gelen, bâtıni ilim ve ilhamların sesidir. Hakikatten ilham alan derin bir ilim ve bâsiret gerektirir ki ancak yakine erenlerin anlayabileceği, erme yolunda olanların ise hissedebileceği sırlardır. İslâm'ı yüzeysel bilgilerle-taklidi olarak yaşayan bir kimsenin yorumlayarak anlayabileceği sözler değildir. Bu yüzden ilk bakışta çok duygusal veya ılıman görünebilir. 

Oysa Tasavvuf, prensipleri ve disiplinleri ile kendi içinde hiç de bu kadar rahat değildir. 

"Aksine Şeriatte caiz olan, zaman olur ki tasavvufta büyük kerâhet sayılır."

Ancak tasavvuf önem sırasına koyar ve hakikate göre karar verir. Anlayışı, sadece zâhire değil bâtına da bakmasından kaynaklanır. Batından yola çıkar; fakat zahiri de düzeltmeyi hedefler. 

'Zâhir, bâtın mamur ola; ol kişi Kâmil ola' der, her ikisini de yükseltmeye çalışır.

 

Hoşgörüsüne gelirsek; soruyorum sizlere, bir kişiye dışarıdan bakıp günahkâr veya kâfir ilan edip katletmek mi İslâm'a ve Resulü Ekrem'in tarzına uyar, yoksa derunundaki hakîkati görerek hidayet bulması amacıyla şefkatle yaklaşıp emek vermek mi? Bu yaklaşım ılıman olmak mıdır?

Küçük ayrıntılardan ve önemsiz teferruatlardan bölünerek, birbirimizi diğerleştirerek, farklı gördüğümüz anlamadığımız veya kapsamadığımızı dışlayarak, cemaatleşerek ve harici mantığındaki davranışlarla İslam'a yeterince yanlış örnek olmadık mı, İslâm'ı yeterince yanlış yaşamadık ve yansıtmadık mı? 

Doğru yolda isek İslam Âleminin bugünkü hali nicedir? Uyguladığı yöntemin yanlışlığını aldığı sonuçtan bir türlü çıkaramayan, her seferinde deney tüpü elinde patladığı halde inatla aynı formülü uygulayan deli bir kimyager gibi davranıyoruz!  

Resulü Sakaleyn Cin ve İnse gönderilmiş Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. İsa günahkârlara ve cahillere nasıl yaklaşmışlar, ne tür davranışlar göstermişlerdir? Onların olay ve kişilere yaklaşımı, harice-dışa bakanlara mı benziyor yoksa Tasavvuf ehlinin yaklaşımına mı? 

Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed Müslümanlara apaçık zulmedilip savaş açılmadan önce kimseye fiske vurmamış, çok özel durumlar dışında kimseyi yargılamamış, dışlamamış, başkalaştırmamıştır. Efendimizin davranışları İslam değil de ılıman İslam mı, yoksa İslam'ın ta kendisi mi?

En büyük sorunumuz bu ya! İslâm dünyasının bugünkü içler acısı durumu; tasavvufsuz, ilimsiz-bilimsiz gidişin, bin yıl önceki ilmi anlayışlarla verilmiş hükümlerin, İslam'ı bölen mezhepciliğin ve İslâm'ı sadece hukuk sistemi olarak görmenin sonucunu yaşıyor. Tüm bu ikincil meseleler yüzünden birincil meseleleri göz ardı eden zihniyete tasavvuf ılıman görünüyor. Hakikati işleyen derin bilgiler, kalbî sözler ve ilhamlar, merhamet, anlayış, şefkat ve erdemli davranışlar, yumuşaklık veya saflık sayılıyor. Bu yumuşamayla iyice gevşeyip milleti vatanı bölmek, yıpratmak isteyenlere yüz vereceğimiz sanılıyor.

Asla!

Öncelikle bütünün iyiliği için tüm dünyaya; hakikati, Muhammedi ahlakı-tasavvuf ahlakını; yaşayarak, örnekleyerek ve anlatarak başlayacağız. Buna rağmen iyi niyet ve şefkatimizi yumuşaklık sayıp art niyetle değerlendirmek isteyenler olursa 'aslan kesilip zulmün kafatasını parçalayacağız.' 

Bazı tasavvuf öğretilerinde duyduğumuz,“hakîkati bilen elden ayaktan kesilir” pasifliğine düşmeden, pasif değil; aktif tasavvuf ehli olacağız.

Tasavvuf asla ılıman değildir. Bütün İslâm cengâverleri, Osmanlı ve Selçuklu tasavvuf ehliydiler. Hiç de sakin durmamışlar, Dünyayı fethetmişlerdir. Ancak, Tasavvuf ahlakı gereği; zulmetmemiş, adil ve erdemli davranmışlar, gittikleri her yere de bu ahlakı götürerek, İslâm ahlakına örnek model oluşturmuşlardır.

Tasavvufun T'sini bilmezsüz rastgele atarsuz...

Allah Cümlemizi Tasavvufa Erdirsin.