Din ve salah ehlinden, takva sahibi mümin bir köle ile onu satın alan efendisi arasında geçen ibretlik konuşma. Muhabbet, yaratılıştan gelen kalbi bir temayüldür. Ancak kalbdeki muhabbetin seviyesi, muhabbet duyulanın ulviyyetine münasip derecede olmalıdır. Bu itibarla, kalb deki muhabbet istidadının nihai muhatabı, Allah celle celalühudur. Lakin kalbin Allah muhabbeti gibi son derece yüksek bir muhabbete muktedir olabilmesi için, daha önce takat getirebileceği bazı mecazi muhabbet temrinleriyle merhale kat etmesi icab eder. Varılacak nihai gaye olan “Hakk’a vuslat”ı unutarak; mal, mülk, mevki, servet, aile ve evlad gibi fani muhabbet merhalelerinden birinde takılı kalmak, gönül âleminin zaafa uğratılıp ziyan edilmesi demektir. Bundan kurtulmak için bütün fani muhabbetlerin “muvakkat” merhaleler olduğunu hatırdan çıkarmayıp onlara kararınca değer vermek ve onları ilahi muhabbete vasıta kılmak zaruridir. Esasen onlar, kalbin Allah muhabbetini taşıyabilecek bir istidad kazanması için gerekli merhalelerdir. Fani muhabbetlerin ilahi muhabbete basamak olması, imanın bir lezzet haline gelmesine vesile teşkil eder. Beşeri endişe ve takıntılarını aşarak kamil bir iman ile akıbetini düşünen her idrak sahibi kolayca anlar ki; sonsuz isteklere, zevk u safalara, gel geç fani sevdalara bir sınır çizerek muhabbeti ilahi maksada yönlendirmek, yaratılış gayesinin muktezasıdır. Fani varlığının nefsani arzularından sıyrılarak ilahi varlığa ram olan kul, ölümsüzlüğe kavuşur. Böylece fani varlığının toprak olmasından sonra da ömrü devam eder. Bunun en tipik misali, Leyla’ya duyduğu mecazi aşkı gönül aleminde tekamül ettirerek Mevla aşkına ulaşan Mecnun’dur. Eğer Mecnun, Leyla’da takılıp kalsaydı, fani muhabbetlerin binlerce emsallerinden biri olurdu. Neticede ismi asırlarca anılmaya layık olmaz, mazide gömülü kalırdı.

Hak ve hakikatler, sadece satırlardan okunarak değil, sadırlardaki, yani gönüllerdeki muhabbetle tanınır. Kalb, fanilere duyulan muhabbet kademelerini aşıp Hak muhabbeti ile dolarsa, işte o zaman bütün sırlar, hakikatler ve güzellikler gönüllere akseder. Bu bakımdan kişiyi ebedi saadete götürecek hakiki dostluk, “Hak ile kurulabilen dostluktur.

Aşağıdaki hikayede efendi ile köle arasındaki şu mükaleme, Hak ile dostluğun hakikatini ne güzel ifade eder:

Adamın birisi bir köle satın almıştı. Köle, din ve salah ehlinden, takva sahibi bir mümin idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Efendi: Benim evimde neler yemek istersin?

Köle: Ne verirsen onu.

Efendi: Nasıl elbiseler giymek istersin?

Köle: Nasıl elbise giydirirsen onu giyerim.

Efendi: Evimin hangi odasında kalmak istersin?

Köle: Hangi odada kalmamı istersen orada.

Efendi: Evimin hangi işlerini yapmak istersin?

Köle: Hangi işleri yapmamı istersen onları.

Bu son cevabın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi: Keşke, ben de Rabbimle böyle (dost) olabilseydim. O zaman ne mutluydu bana!..

Bu arada köle dedi ki: Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irade ve ihtiyarı olur mu?

Bunun üzerine efendi: Seni azad ediyorum. Allah için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Ta ki canım ve malımla sana hizmet edeyim... dedi. Kim ki Allahı hakkıyla tanır ve ona gerçek bir muhabbetle yönelirse onda ne irade kalır ne de ihtiyar. (Bu durumda) o yalnız şöyle der: Allah’tan istekte bulunmak benim neyime?