1

Henüz Lise talebesiyken solcu kimlik kazanan ve sokak olaylarının zirveye tırmanıp Türkiye’yi 12 Eylül 1980 Askeri Darbesine götüren sürecin içinde olan Bayram Sarıtaş ile o yıllarda neler yaşandığını, başından geçen olayları ve fikirlerini konuştuk.

Sizi kısaca tanıyabilir miyiz, hangi tarihte nerede dünyaya geldiniz, hangi okullarda eğitim gördünüz?

1958 yılında Karaman’ın şimdi köy statüsünde olan Yollarbaşı kasabasında doğdum. İlkokulu kasabamda okudum. Beş kardeşin ortancasıyım. Bir yıl Kur’an Kursuna gittikten sonra, Karaman Yunus Emre Ortaokuluna başladım. Daha sonra kasabamıza Ortaokul açılması üzerine kaydımı Yollarbaşı Ortaokuluna aldırdım. Ticaret Lisesini Karaman’da okudum. 1976 yılında Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine girdim. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarımda, amelelik, garsonluk, tezgâhtarlık, geçici işçilik gibi birçok işte çalıştım. Babamdan hemen hemen hiç okul masrafı ya da harçlık almadım. Alamazdım, zira o da el emeği ile geçinmeye çalışan gerçek bir emekçiydi.

Nerelerde ve ne tür görevlerde bulundunuz?

Askerlikten hemen sonra tesadüfen girdiğim TÜMOSAN A.Ş. nin açtığı sınavı birinci sırada kazandım ve işe başladım. Yirmi yıl memur, uzman yardımcısı, uzman ve idareci olarak görev yaptım. 2004 yılında TÜMOSAN’ın satılması üzerine Konya Sosyal Güvenlik Kurumuna naklen tayin oldum. Bu kurumda on dokuz yıl Araştırmacı olarak görev yaptım. Toplam kırk yıl yedi ay hizmetten sonra 2023 yılında yaş haddinden emekli oldum. Bu dönemde dernekçilik, sendikacılık, bir dergide yazı işleri müdürlüğü yaptım.  Şiirler ve hikâyeler yazdım. Bir kısmı bazı dergi ve gazetelerde yayınlandı.

Çocukluk ve eğitim döneminizde Türkiye’nin ideolojik ortamı nasıldı?

Elektrik köyümüze, yanlış hatırlamıyorsam 1969 yılında geldi. Biz çocuklar “Köyümüz Karaman gibi olacak” diye seviniyorduk. Nihayet bir akşam sokak lambaları yandı. O gün neredeyse sabaha kadar manavra, yangın çadır, tek ayak gibi oyunlar oynadık. Sonra uzun bir süre elektrikler gelmedi. Meğer sabah seçim var diye elektrikler yanmış. Siyasete ilk defa o zaman aşina oldum.

Büyüklerimizden bazı siyasi, daha doğrusu parti ile ilgili; halkçı, demirgıratçı gibi sözler duyuyordum. Mahallemizde Garip Mustafa’nın anneme verdiği at resimli broşürler ve “Ayşaba buraya oy vermezsen sizin on keçiden birini alacaklar”  demesi kafamda soru işaretleri yarattı. Bir an keçilerimizin alınacağından korkmaya başladım. Zaten toplamda 15-20 keçimiz, 5-6 da koyunumuz vardı.

Siyasi olarak beni en çok etkileyen olay ise Ortaokul sırasında ismini halâ unutmadığım Sibel Erkan’ın rehin alınması ve bu nedenle yaşanan olaylar olmuştur. Radyo dinlemeyi seviyordum. Tutuklananlar, ölenler oluyordu. Radyoda sık sık “Yardım ve yataklık etmekten” söz ediliyordu. Bunun üzerine ilk şiirimi yazmıştım. Sadece bir satırı aklımda kamış…

“Dağıtalım komünizmin sepetini” diye bir dizem vardı.

Birilerinin bir sepete yiyecek içecek koyup komünistlere verdiklerini zannediyordum. Komünistlere (kim ne kadar, nasıl bir komünist bilen de yoktu) beyni yıkanmış, ana-bacı bilmezler, kapının önüne süpürge veya şapka koydular mı korkma, dal içeri falan derlerdi. Birde Lise yıllarında öğrendiğim “Kamçılı kız” hikâyesi vardı ki evlere şenlik.

Ortaokul sırasında çok kitap okumaya başladım. Okulda oluşturulan kitaplıktaki hemen hemen bütün kitapları okudum. Özellikle Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri, Kadir Mısırlıoğlu, Şule Yüksel Şenler, Hekimoğlu İsmail gibi yazarları okudum.

Peyami Safa’nın “Kızıl Çocuğa Mektuplar”ı bana çok saçma geldi. Ona göre bütün komünistler Rus ajanıydı. Fakir Baykurt romanları bana köyü ve köylüyü sevdirdi. Bazı romanlarının Konya’da geçmesi daha çok ilgimi çekti. İleride devlet dairesinde çalışırsam köylülere çok iyi davranacağıma dair and içtim.

Çokça çizgi roman okudum. Ders çalışmaktan daha fazla kitap okuyordum. Derslerim diğer öğrencilere göre oldukça iyiydi. Burada ilginç bir anekdot anlatmak isterim. Ben yazılı sınav başlamadan önce kâğıdın en üst kısmına Arapça harflerle besmele yazıyordum. Soruları cevapladıktan sonra da onu silip öğretmene veriyordum. Sonuçta da hep 8-9 alıyordum. Bunu arkamda oturan Petek Hasan görmüş o da kâğıdın en üstüne “Ya Allah” yazmış ve silmeden vermiş. Öğretmen sonuçları okurken Hasan’ı yanına çağırıp, “Ne lan bu, savaşa mı gidiyorsun?” diye kızdı ve tokadı yapıştırdı. Sonra da “Otur, iki” dedi. Hasan zannediyormuş ki ben besmele yazdığım için yüksek not alıyorum. İlginç olan ben de öyle zannederdim. Ben dindar bir ailede yetiştim. Annem babam okuma yazma bilmezdi ama dini görevlerini hiç aksatmadan yerine getirirdi. Namaz kılmadığım zamanlar içimde bir huzursuzluk bir sıkıntı olurdu. Birkaç kez hatim inmiştim. Zaten en büyük abim hariç diğer kardeşlerim Kur’an Kursunda ve İmam Hatip’te okumuşlar, ayrıca köyde Kur’an dersi veriyorlardı. Şu anda bile dini bilgilerim ortalama bir Müslümandan fazladır.

Sizin ideolojik tercihiniz nasıl şekillendi, hangi olayların ve şahsiyetlerin tesiri oldu, siyasi ve ideolojik olarak hangi grupta yer aldınız?

İdeolojik olarak lise döneminde yavaş yavaş bir fikrim oluşmaya, daha doğrusu netleşmeye başladı. Bir pazartesi gün okula geldiğimizde İstiklâl Marşı için okulun önünde toplandık. Herkes sessiz, fısır fısır konuşmalar var. Ne oldu falan derken, okulun duvarına kocaman yazılarla “Devrimciler ölür, devrimleri kalır. K. Atatürk” yazmışlar. Bu benim çok hoşuma gitti. Dev-Genç sözünü hep duyardım. Ama onu daha çok dev gibi büyük gençler zannediyordum. Olayları tam olarak anlamak için zaman zaman değişik gazeteler alıp özellikle makalelerini okuyordum. Zaten edebiyat dersinde makalenin önemini öğretmen vurgulamıştı. Sonra babası yurt dışında olan bir arkadaşın Tercüman gazetesi aldığını öğrendim ve okuduktan sonra gazeteyi bana da vermesini istedim. Ben de sık sık Milliyet gazetesi almaya başladım.

Tercüman gazetesinde Rauf Tamer hoşuma gidiyordu. Ama Ahmet Kabaklı’yı hiç sevmedim.  Aşağılayıcı, hakaret içeren ifadeler kullanıyordu.  Nazlı Ilıcak’ın ne demek istediğini pek anlamıyordum. Milliyet gazetesindeki makaleler bana daha düzeyli daha edebi geliyordu. Bu arada Aziz Nesin’i keşfettim. Kitapları eğlenceliydi. Derken bir gün Tercüman gazetesinin birinci sayfasında “İşte belge yayınlıyoruz” diye bir haber çıktı. Bir dosya kâğıdına daktilo ile yazılmış “Komünist işçiler birliği vs.” diye şifrelenmiş eylem planlarını sıralayan bir fotoğraf vardı. O günlerde bir yere bomba atılmıştı. Plânın içinde o da vardı. Öyle olunca bana epey inandırıcı gelmişti.

Tesadüfen birkaç gün sonra bir Milliyet gazetesi aldım. Gazete “Ciddiyet” diye karikatür, fıkra vs. eki veriyordu. Orada aynı puntolarla aynı şekilde “İşte biz de açıklıyoruz”, kapitalist iş adamları derneğinin eylem plânları” falan diyerek dalga geçen bir haber görünce tercihimi yapmış oldum.

Tabi buraya gelinceye kadar büyük küçük benzer olaylar yaşamıştım ama bir türlü karar veremiyordum. Yavaş yavaş okulda siyasi arkadaşlarım oluşmaya başladı. Aynı sınıfta okuduğumuz Sabri Sarıkavak diye bir arkadaşım beni bir inşaatta amelelik yaparken görmüş, bana maddi yardım etmek istemişti. Ben kabul etmeyince epeyce bir sohbet ettik ve fikirlerimizin ortaklaştığını gördük. Bir gün bana Marks’ın Kapital’ini verdi. Kitabı bir türlü anlamadım ve okuyamadan geri verdim. Ama anladım ki solculuk ya da devrimcilik benim aradığım şeydi.

Türkiye’yi 12 Eylül Askeri müdahalesine götüren 1970’li yıllarda ne tür olaylara şahit oldunuz?

1976 yılında Adana’ya geldiğimde Konya hariç hiç büyükşehir görmemiş acemi bir devrimci kimliğim vardı. Okulumuz ülkücülerin elindeydi. Ama benim önceliğim barınacak bir yer ve iş bulmaktı. Okula kayıt sırasında ülkücülere kaptırdığım 50.-tl’mi hiç unutmuyorum. O gün kayıt param yetişmediği için kaydımı yaptıramamıştım. Zamanla iş buldum arkadaşlarım oldu. Fakat her biri başka gruptan; hem bizim faşist diye tanımladığımız ülkücülerle hem de birbirleri ile mücadele ediyorlardı. MC hükümetleri devam ediyor, kahvehane tarama, hemen her gün adam öldürme olayları yaşanıyordu. Süleyman Demirel’in “Bana sağcılar ve milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz” demesini unutmuyorum.

Adana’da bir kitabevi, benzin dökülerek içindeki çalışanla birlikte yakılmış, barajın kenarında iki mühendislik fakültesi öğrencisi tel ile boğularak öldürülmüştü. Bunun üzerine benim de katıldığım büyük yürüyüşler, cenaze törenleri oldu. Sol Adana’da hızla büyüdü, okullar, mahaller ele geçirilmeye başladı. Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü. Bu sanırım kısa süren Ecevit hükümeti döneminde oldu. Polisler Pol-Der ve Pol-Bir diye dernek kurarak ikiye bölünmüştü.

Gençlerimiz hem  umut hem gelecek Gençlerimiz hem umut hem gelecek

Gün Sazak’ın öldürülmesi başlı başına bir muammadır. O tarihte ben cezaevindeydim. Artık belli süreçlerden sonra yolumu seçmiş, Devrimci Yol grubuna dâhil olmuştum.  Ülkücüler bizim kaldığımız evi de basmışlar. Çukobirlik’te çalışan ve babasının ricasıyla bizim yanımızda kalan bir arkadaş kapının arkasına sessizce saklanarak canını kurtarmış.

Okulumuzda genelde takım elbise giyen, yaşça bizden büyük sürekli hareketli ve heyecanlı bir arkadaş vardı. Bir cenaze yürüyüşü sırasında ABD’ye ait bir binanın önünden geçerken kortejden ayrılıp binaya taş atmaya başladı. Biz üç-dört kişi “Ne yapıyorsun sen, polisi üstümüze mi salacaksın”? diye engel olduk. Daha sonra ondan öz eleştiri istedik. “Heyecandan kendimi tutamadım” falan dese de pek inandırıcı olmadı. Ve ondan hep uzak durduk. Bizde “Polis mi acaba?” endişesi uyandı. Bir süre sonra da okula gelmez oldu. Halâ onun polis olduğu şüphesini taşırım.

Aydınlık gazetesi ayrı bir muammaydı. Birinci sayfada verilen haberler çoğunlukla devrimcilerin ülkücülere saldırmasını gerektiren istihbari bilgilerdi. Yıllar sonra gazetenin Tercüman tesislerinde basıldığını öğrendim.

Dikkate değer konulardan biriside şudur…  Sanıyorum 1977 yıllarıydı.  Birden bire Apocular diye bir grup ortaya çıktı. Saldırgan ve korkusuzca adam öldürüyorlardı. Hedefleri öncelikle Rızgari, Kawa gibi kürt örgütleriydi. Diğer sol örgütleri de hedef alıyorlardı. Kimse bir sey diyemiyor, ya da yapamıyordu.  Ülkücüler kadar serbest hareket ediyorlardı. Yıllar sonra diğer kürt örgütler neredeyse tamamen temizlendi ve PKK ortaya çıktı, meydan onlara kaldı. Tabi PKK’nın güçlenmesinde Diyarbakır cezaevi olaylarının etkisi çok büyük olmuş, silahsız mücadeleyi savunan gruplar da PKK’ya katılmak zorunda kalmıştır."

 

Kaynak: MUSTAFA GÜDEN