Dört yaşlarında babamın hamallık için gittiği İzmir’e beni de götürmesi, dış dünyanın varlığından haberdar etti beni. Sonraki yıllarımda hayatımın şekillenmesi hep o İzmir’e gidiş sebebiyle oldu. “Keşke” diyorum, “o tarihlerde devlet turlar düzenleseymiş de köy çocuklarını büyük şehirlere götürüp beşer onar gün gezdirip, musluklardan akan suyu, bir düğmeye basılınca yanan ışığı, üzerine binince insandan ve hayvandan daha hızlı yürüyen araç gereçleri, denizleri, demiryollarını, vapurları, trenleri gösterseymiş. Gerçi hava yollarından haberdar olan köy çocukları, uçaklar üzerinden gurbette olan babalarına selam göndermeyi öğrenmişlerdi o tarihlerde.
“Babama selam götür, babama selam götür!”
Devletin o zamanlardaki politikası “köylüyü köylerinde tutmak, şehirleri ve devleti çok az bir mutlu azınlığın yönetmesine devam etmek” şeklinde zuhur ediyormuş. Hatta "ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilik ile komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var. Çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek ve askere çağırdığımızda askere gelmek..." (Nevzat Tandoğan, 1944.) diyen yöneticiler varken, köy çocuklarını şehirleri gezdirme projesini uygulanmasını hayal etmek, tam da o ‘Öküz Anadolulu’ mantığı ve kafasıyla izah edilebilirdi.”
Eminim ki o tarihlerde, köy çocukları köylerinden alınıp büyük şehirler gezdirilseydi, Türkiye şu anda bambaşka bir ülke konumunda olurdu. Zira benim emsallerim ve benden öncekilerin birçoğu, köylerinin dışındaki dünyayı ancak askere gidince görebiliyorlardı. O zaman da okuma, eğitim ve öğretime heves sarma yaşı çoktan geçmiş oluyordu.
Gelişen dünya konjonktürü devletin bu köhne anlayışını kısa sürede yıkmaya yetecekti. Evet, darbelerden fırsat bulduğunda gelişim adımları atmaya hamleler yapan iktidarların büyük kâbusuydu askeri darbeler. Ne zaman bir değişime, gelişime yelken açmaya kalksalar, eften püften bahaneler uydurarak darbe yapan cuntanın tüfek dipçiklerini sırtlarında, postal seslerini kulaklarında hissediyorlar ve daha fazlasını yapmaya cesaret bile edemiyorlardı.
Halk, enflasyonun aşağılayıcı etkisi altında inim inim inliyor, filiz akçeye muhtaç ediliyordu. Üç beş ayda değişen iktidarlar, ekonomik konular ile ilgili uzun vadeli tedbirlere başvuramıyor, büyük yatırımlara imza atamıyorlardı. İMF denilen kan emici örgütün kapısında kredi alabilmek için el pençe divan duruyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanları, bakanları İMF memurlarınca azarlanıyorlardı.
Her on yılda ‘rap rap’ sesleriyle irkiliyor, bir taraftan antidemokratik uygulamalar yüzünden millet nefes alamıyor, diğer taraftan, ülkemizin çevresindeki bütün devletler akbabalar gibi pençelerini çıkarıp topraklarımız üzerinde hak iddia ediyorlardı. Bu emellerini gerçekleştirmek için terör örgütlerini üzerimize saldırtıyor, onlara silah ve mühimmat yardımı yaparak suçsuz günahsız insanları katlettiriyor, bir yandan da askerimizi, polisimizi öldürtüyorlardı.
Trilyonlarca lira değerinde paramızı bu terör örgütleri vasıtasıyla harcattırıyor, insanlarımızın faydasına olacak sanayi yatırımlarına, hizmet yatırımlarına imkân verdirtmiyorlardı. 85 yılda tam 57 hükümet yıkıp kurdurtarak, uzun vadeli bir planlama yapılmasının önüne geçiyorlardı. (Her bir iktidarın ortalama ömrü 1 yıl 4 aya tekabül ediyor.) Zaman zaman da darbe yaptırarak, nefesimizin çıkmaması için boğazımızı iyice sıkıyorlardı. Başbakan, bakan, gençlik temsilcileri gibi devletin ufkunu açmaya teşebbüs edenleri ise idamla cezalandırıyor, halkın arasına kin ve nefret tohumlarını bizzat, ‘devleti temsil ettiği’ iddiasıyla makam ve koltukları işgal edenlere ektiriyorlardı.
İşte bütün bu gelişmelerin içine yavaş yavaş, radyo haberleriyle, daha sonra şehirlerde yaşama hakkı kazandığı için gazete, televizyon, sinema ve benzeri olayları gerçek hayattan öğrenerek girmeye başladım ben de diğer Anadolu insanları gibi.
Babam, öğretmenlerim ve çevrem hep ‘dürüst olmayı,’ ‘devletimi ve milletimi sevmeyi,’ ‘onun için gerektiğinde ölmeyi’ öğrettiler bana.
Çocukluk yıllarım, gençlik yıllarım hep yokluk, yoksulluk içinde geçti. Eh, hala da o yaşam düzeyim devam ediyor aslında. Rabbime binlerce kez şükür... Ha bu arada ‘şükür’ etmenin de bir suçmuş gibi gösterildiği bugünkü zamanı yaşıyor olmamdan dolayı da bir hayli üzgünüm tabi.
Devletim benim ve benim gibi okumak isteyenler için açtığı devlet parasız yatılı sınavlarını da düzenlemese, okuma imkânım hiç olmayacaktı. Harçlıksız geçen yıllarıma katlandım ve okumaya gayret ettim. Sonunda, 25 yıl süreyle Türk Silahlı Kuvvetlerine hizmet etme imkânı buldum. 20 yıl önce de emekli oldum.
Bu dönem içinde, “Bağımsız Türkiye” öğretilerinin de bomboş bir telkin ve dayatma olduğunu gördüm. Zira uçak malzemeleri bakımından, yüzde 98 oranında Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlıydık. Varın gerisini siz düşünün artık.
Bu arada tam 20 yıldır devletten emekli aylığı alıyorum, tıpkı 16 milyon emekli gibi. Allah ömür verir ise eğer, daha kaç yıl emekli maaşı alacağım ve “geçinemiyorum!” diye daha ne kadar bağıracağım Allah biliyor.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki ahım şahım bir hayatım olmadı. Hep sıkıntılarla geçti ömrüm. 65 yaşımda hayat standardımı normalin üzerine hiçbir dönemde çıkarma imkânı bulamadım. “Hayat standardı” dediğimiz şeyin tanımı elbette önemli. Ben geçmiş ömrümde mesela 40 yaşıma kadar hiç arabam olmadı. 45 yaşıma kadar hiç evim olmadı. Hep otobüslerle seyahat ettim. Hep kiralık evlerde ikamet ettim. Ömrüm tatillerde, sahillerde geçmedi. Kendimi bu konularda feda ettiğimi söyleyebilirim. Ancak üç çocuğumun üçünü de okuttum. Onlara karınca kararınca ekonomik özgürlük içeren bir hayat sunmaya çalıştım. Az çok da başardım diye düşünüyorum. Olsun, ben kendimi feda ettim ama benden sonraki neslim benden daha iyi bir yaşam standardına sahip olacak. Küçükken hep söylerdim. “Ülkemde bir nesil kendisini feda etmeden bu yoksulluk ve cahillik son bulmaz.” Diye. O neslin bir ferdiyim ben de...
Tüm bunlara rağmen, devletime sitemlerim oldu elbette ama ona hiç küsmedim. Mesela öğretmen olmak için gece gündüz rüyalarıma konu olacak öğretmen okulu imtihanını kazandım bileğimin hakkıyla... Ama devlet, okuduğum bu okulun 4. sınıfında öğretmenlik hakkımı gasp etti ve beni öğretmen lisesi mezunu yaptı. Olsun yine küsmedim devletime. O kapı kapandı ama bana ‘Şanlı Ordumuzun’ kapısını açtı. Orada da yatılı okuttu beni. Devlet vardı ve bana imkan sunuyordu, ben de onu sevmekle mükelleftim.
Günümüze geldim. “Vatan” dedim, “karın mı doyuruyor?” diyenler çıktı, “bayrak” dedim, “vay salak vay!” dediler. “Millet!” dedim, “sana mı kaldı, millet demek? Başkaları deveyi amuduyla götürüyor sen onları koruyorsun?” diye kızdılar. “Allah!” dedim, “vay yobaz vay, ‘Allah’ deyip çalıyorlar, ‘peygamber’ deyip götürüyorlar.” gibi ucu açık, ellerinde bir belgesi dahi olmadığı halde, kendisini polis yerine koyanlar, savcı yerine koyanlar, hâkim yerine cübbe giyenler oldu, oluyor.
Her dönemdeki yöneticiler, yanlışları yüzünden parsel parsel ettiler yurdumu... Plansızlık, denetimsizlik aldı yürüdü... Fırka fırka böldüler milletimi. Parti parti parçaladılar siyaset uğruna, makam ve mevki kaygısına, bu da doğruydu. Yanlışları vardı elbette. İkide bir yapılan darbelerden de korkuyorlardı. Dedim ya başbakan asmıştı o darbeciler. Nasıl korkmayacaklardı?
İnsanların belli bir kısmına gelince... Kimse kimseyi dinlemiyor. Kimse kimsenin samimiyetine inanmıyor. Varsa para kazanmak, yoksa araba almak, varsa ev edinmek, arsa edinmek, zengin olmak derdindeler. Daha üniversiteyi bitirmemiş, “benim arabam niye yok, ben niçin ev sahibi değilim?” gibi sorular soruyorlar. Bu dertlerine derman olacak malı mülkü hangi yoldan kazanırsa kazansın hiç önemi yok. Hedefe varmak için her yolu mubah gören bir zihniyet gelişti. “Ondan oldu, bundan oldu” diye kendi yaptıklarına kılıf bulmak için gerçekleri araştırmaya hiç çaba sarf etmiyorlar. “O yaptı, bu yaptı” deyip hırsına, ihtirasına makul gerekçeler uydurma peşindeler. “Ben bu yanlışları niçin yapıyorum ki?” diye kendilerini sorguya çekeceklerine, yaptıkları yanlışlara bile kılıf bulma çabasına girdiler. Emeklemeden koşma peşindeler.
Devletim iyi bir şey yaptığında sevinecek olsam karşıma hemen karabasanlar kervanını dikiveriyorlar. Ne zaman bir güzelliğin keyfini çıkarmaya çalışsam, anti bir tez geliştirip “o şöyle bu böyle” deyip zevkimin ortasına pisliyorlar.
“Millet açlıktan ölürken yol neyime, köprü neyime, milli uçak neyime, milli araba neyime, İHA, SİHA da neymiş?” diyerek beyin yakma sözleri ediyorlar?
Bakıyorum, salya s...k ağlayanların, hepsi son model arabalara, içinde oturmaya bile kıyılamayacak evlere sahipler. Yoksul olanlar, utançlarından aç olduklarını bile söylemeye imtina ederken, onların adına konuşanlar hep onları sömüren zenginler tayfası oluyor. Bunu diyenlerin hepsinin aylık gelirleri asgari ücretin dört katı, beş katı... Bunu bizzat gözlemlerim sonucunda söyleyebiliyorum. Allah gerçekten yoksul olanların yardımcısı olsun.
Ne istiyorsun kardeş? Yani makamını beğenmiyorsan, şan ve şöhretinden memnun değilsen eğer, yahu bu dünyada her şey de aynı anda bir arada bulunamayabiliyor. Hani bir tarafın da eksik kalıversin azıcık. Hem zenginlik, hem şöhret hem makam yani keşke olsa da biz de alsak...
Bırak sevineyim iyi şeylerden? Bırak güleyim, ağlama gözyaşlarımın yerinde sevinç gözyaşlarım aksın. Ne var bunda, sana zararı ne?
İçimizi karatmanın âlemi ne?