RAMAZAN'DA YENİGÜN

Anarşistler kütüphaneyi basıp yakmaya çalıştı

Bir Üniversite düşünün… Oraya kütüphane açılıyor fakat anarşistler baskın verip talan ediyor, yakmaya yelteniyor. O günlerin şahidi Kütüphaneci Derviş Hasan Yügrük anlatıyor:

Abone Ol

3

Fransa’da kütüphanecilik eğitimi alan Hasan Yügrük yurda döndüğünde ayağının tozuyla, Burdur’daki sel baskınında zarar gören kitapları kurtarmakla görevlendirilmiş. Konya’ya Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi kurulma fikri de onun bu görevi icra edebilmesi için geliştirilmiş. Sonra mı? Selçuk Üniversitesi’nin depo hükmündeki kütüphanesinin ayağa kaldırılması ve geliştirilmesi de Yügrük’ün eseri olmuş ama dönemin ideolojik şartlarında bu pek de kolay olmamış. İyisi mi biz değil o anlatsın:

Fransa’dan dönüşünüz nasıl oldu, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’nin kuruluş işleri nasıl gelişti?

Fransa’da kaldığım dokuz ayda berbere gidemedim. Çünkü orada erkekleri bayan, bayanları da erkekler tıraş ediyordu. Ben de gâvura kafamı vermemek için saçlarımı uzatmıştım. Gelir gelmez berbere tıraş oldum. Sonra Abdülkadir Salgır telefon edip, “Burdur’daki kütüphane su almış, Burdur’a git, dirilt” dedi. Fransa’dan geldikten bir iki gün sonra bir de kış günü otobüsle Burdur’a vardım. Yazmalar ıslanmış, birbirine yapışmış, onları açamaya uğraşıyorlardı. “Durun, müdahale etmeyin, benim emrimdesiniz” dedim. Gerekli işleri organize edip orayı düzenledim. İtfaiyeden raporlarını aldım, fotoğraflarını çektim, adetlerini tespit ettim, kaç kitap zayi olmuş, kaç kitap kurtulmuş onların hepsini kaydettim ve “Ben gelinceye kadar hiçbir şeye dokunmayacaksınız” dedim. Genel Müdür Abdülkadir Salgır bana “Hasan Konya’ya gitmeyeceksin önce bana uğrayacaksın” dedi.

Ankara’ya varınca raporları genel müdüre verip, “Zayi olan kitaplar derhal Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderilsin, sağ olanların ise yeniden tasnifi ve tespiti yapılsın” dedim. Fakat Süleymaniye’dekilerin başını kaşıyacak vakitleri olmadığını, bunlara çok zor sıra geleceğini söyledikten sonra, “Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi kurulacak, planlamada Ankara düşünülüyor, Konya’da arsa var mı” diye sordu. O dönemde başbakan Sadi Irmak’tı. “Konya’da arsa var” dedim. Lütfi Beyin de benimle aynı düşüneceğinden emimdim.

Belediye’de Sad Irmak’ın Hasan isminde bir adamı vardı, beraber komisyon kurup bir iki yeri kamulaştırdık ve Devlet Planlama Teşkilatı’ndan da Abdülkadir Salgır, Sadi Irmak ve Mehmet Önder vasıtasıyla Konya’ya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesini tahsis ettirdik. Burdur’daki eserlerin bakımı da burada yapıldı.

Selçuk Üniversitesine ne zaman ve nasıl geçtiniz?

Prof. Dr. Ali Rıza Çetik Hoca hem rektörüm, hem babam, hem de ağabeyimdi. Onda Bozkır inadı vardı. İşte o Bozkır inadıyla Selçuk Üniversitesini mücadelelerle, zorluklarla kurdu. Çünkü onun devrinde sol akım çok güçlüydü. Yani kan gövdeyi götürürken sağ olarak aldı çıktı. Rektör olduğu zaman doğru dürüst bir makam arabası bile yoktu. Kütüphanede ise bir masada üç memur vardı. Selçuk Üniversitesi bu şekilde kuruldu. Tıp, ziraat, veterinerlik gibi halkı ilgilendiren bölümler yoktu, sadece Fen Edebiyat Fakültesi vardı. Anarşi iyice tırmanmıştı. Millet zaten anarşiden yaka silkiyordu. Onun için Konyalılar uzun bir süre Selçuk Üniversitesini kabullenemediler ve bu konuda da haklıydılar. Sonra ikinci bir girişimle tıp, ziraat, veterinerlik fakülteleri kurulunca Konyalılar üniversiteyi kabullendi. Ondan sonra Prof. Dr. Erol Güngör, Prof. Dr. Halil Cin gibi Rektörler geldi ve Selçuk Üniversitesi, Türkiye’deki sayılı üniversitelerden biri oldu.

Hamdi Ragıp Atademir çok zengin ve âlim bir sülaleye mensuptu. Bir de Karamanlı Birandlar ailesi de âlimdi. Atademir Kütüphanesinde eski ve yeni yazıdan oluşan 30-40 bin civarında kitap bulunuyordu. Hamdi Ragıp Atademir Kütüphanesi benden önce Ali Rıza Çetik’in hemşehrisi Mustafa Yılmaz tarafından kuruldu. Kitapları Ankara’dan alıp Zindankale’ye getirdiler, fakat tasnif etmeye cesaret eden yoktu. Kitapları Zindankale’deki Fen Edebiyat Fakültesinin zemin katına koymuşlar. Rektör Ali Rıza Çetik Hocaydı,  Mustafa Yılmaz’a “Kütüphane müdürü sen ol” demiş. O da “Ben müdür olurum ama kütüphanecilik benim mesleğim değil” demiş. Sonra onlara benim adım verilmiş. Anarşi vardı ve üniversite solcuların elindeydi. Ali Rıza Çetik geldi, yemek yedik. Bana “Seni üniversiteye alacağım” dedi. Ben de, Kültür Bakanlığı’nın sayılı personeliydim, hatta müfettişlik de verilmişti. Ayrıca, ayrıca İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinin müdürlüğü de var, Konya’dan gitmem” dedim. Ali Rıza Çetik ısrar edip, “Hasan Bey ben seni götüreceğim” dedi. İnadına hayran oldup, “Beni salmazlar ama üniversiteye dilekçemi vereyim, alabilirsen al” dedim.

O dönemde Cumhuriyet Halk Partisi iktidar olmuştu. CHP’nin Konya il başkanı da sınıf arkadaşımdı. Devir onlara geçince beni de yeniler pek tanımadıkları için o hengâmede benim üniversiteye geçişime izin verdiler.

Üniversitede işe başladım ama kütüphane bir depodan ibaretti. Üstelik tasnif edilmemişti. Kitap listesi de yoktu. Çalışan yedi tane kız vardı ama vasıflı değillerdi ve nerede problemli varsa, bana vermişler. Ortalık da anarşi de vardı. Biz çalışırken “Niye kütüphane kuruyorsunuz” diye kütüphaneyi basıp yakmaya yeltendiler. Tüm bunlara rağmen kütüphaneyi açılışa hazırladım. Bir merasimle açılışı yaptık ama ertesi gün kütüphane öğrenciler tarafından yine basıldı. Vilayet, polis filan ayağa kalktı, hepsine “Kütüphaneye polis giremez, kütüphanede polis bekleyemez, cami neyse kütüphane de odur, kutsaldır, yakabiliyorlarsa yaksınlar...” dedim. Rektör Ali Rıza Çetik de Ankara’dan telefonla arayıp “Hasan Bey kütüphaneyi kapat” dedi ve o gün kütüphaneyi kapattım.

Nazımın geçtiği, çocukluğunu, gençliğini bildiğim, sevdiğim, Konya’mızın çocuğu olan onlardan bir arkadaşı gördüm ve o bana dedi ki “Hasan ne olacak?” Ben de “Kütüphanede hem sağdan, hem soldan kitap var, burada yerli yabancı her türlü kitap var, üstelik bunlar çok kıymetli kitaplar. Sen bana bir iyilik yap ve sizin kesimi sustur” dedim. “Ben de senden kütüphaneyi kapatmamanı istiyorum” dedi. “Söz veriyorum kütüphaneyi kapatmayacağım” dedim. Vilayet de polise “Sakın müdahale etmeyin Hasan Yügrük orayı idare eder” demiş. Arkadaştan o sözü alınca “Açın kapıları, yakacaklarsa yaksınlar” dedim ve ben kütüphaneye okuyucu kabul etmeye başladım. Kütüphaneyi açınca Ali Rıza Çetik Hoca, Ankara’dan “Hasan Bey kimden emir aldın da kütüphaneyi açtın?” diye bana telefon etti. Ben de “Hocam ben kütüphane müdürüyüm, bana görev ve yetki verdiniz, bütün mesuliyet bende, soruşturma bana açılır, kütüphaneyi ben açtım” dedim. Ondan sonra kütüphane okuyucu kabul ederken aynı zamanda hizmet de ettik. Ama yine ara sıra çatışmalar oluyordu, çatışma olduğu zaman tedbir açısından kütüphaneyi kapatıyorduk.

Bir gün yine bir olay oldu, kütüphaneyi kapattık fakat milliyetçi çocuklar kapıya dayandı. Meğer solcu öğrenciler olay çıkarıp kütüphaneye sığınmışlar. Milliyetçi öğrenciler geldiler “Kütüphaneye gireceğiz, olayı yapanlar içeride” dediler. İçeridekilere “Ne yaptınız?” diye sordum ve onları dışarıya çıkardım. Ondan sonra öyle bir devir geldi ki iki grup da kütüphaneye gelmeye başladı. Fakat öğrencilik bu ya, hepimiz geçirdik, okuyucu masasını karalarlardı, sloganlar yazarlardı, bizim elemanlar kızarlardı, ben “Kızmayın, karşılık da vermeyin, siliverin oğlum” derdim. Selçuk Üniversitesi Kütüphanesi ilk olarak Hamdi Ragıp Atademir Kütüphanesi adıyla kuruldu, sonra yönetim kurulu kararıyla adı Merkez Atademir Kütüphanesi olarak değiştirildi. Daha sonra da kütüphanenin adı Merkez Erol Güngör Kütüphanesi olarak değiştirildi.

Selçuk Üniversitesine bir de matbaa kurdurdunuz. Çocukluk yıllarınızda teneffüs ettiğiniz mürekkebin kokusunu mu özlemiştiniz?

Benim mesleğim kütüphanecilik ama ben Babalık gazetesinde başlayıp Yeni Meram ve Ülkü matbaalarında büyüdüm.  Ben mürekkebin, kâğıdın, kitabın çocuğuyum. Üniversitede bir matbaa kurma durumu hâsıl oldu ve görevi bana verdiler. Matbaa makinelerini yurt dışından alacaktık fakat o zaman ithalat yapmak çok zordu. Gazeteci Mustafa Bahçıvan benim teyzemin çocuğu olduğu için rektör Ali Rıza Çetik’e “Hasan Bey matbaayı kurar” demiş. Bahçıvan, “Hasan bizim matbaadan yetişmiş bir elemanı alırsan külahları değişiriz” dedi. Yeni Konya ile Adil abilerle de iç içeydik çünkü Yeni Konya’nın yazı ailesindendim. Onlara “Siz matbaa kurup bizim ekmeğimize mani olacaksınız” dediler. Bunun üzerine, “Ben üniversite matbaasını kuracağım ve Konya matbaa sektörünü teknikle destekleyeceğim. Hiç bir zaman Belediyenin, bir şahsın işini alarak sizin ekmeğinize mani olmayacağım” dedim.

Uzun uğraşlar sonucunda önce küçük bir el pedalı aldık. Tabii üniversitede itiraz edenler ve “Bu makineler çalışmaz” diyenler de oldu. O zaman aldığımız küçük makine hâlâ İletişim Fakültesinde duruyor..

Ofsetten önce tipoda başladık çünkü o zaman ofset Konya’ya gelmemişti. Onun kuruluşunu yaptığım zaman yâd ellere geçeceğim dedim. Ama öyle bir tipo kurduk ki bu makine Türkiye’de bulunan üç Heidelberg makineden birisiydi. Bir orta ölçekli makine ve bir de pedal aldık. Akademi ile birleştikten sonra döner sermayeyi kurduk. Ondan sonra acente Roland tekli ofset aldık.

Benden sonra da matbaaya çok güzel bir ofset makine alındı. Bugün iddia ediyorum ki YÖK de dâhil üniversiteler içerisinde en büyük basımevi Selçuk Üniversitesindedir.

Ondan sonra da doğru durmadım ve Üniversite Yayınevini kurdum. Yayın bütçesini kütüphane bütçesinden ayırdım. Durmadım, rektörlüğün girişindeki medrese kalıntısını Vakıflar Bölge Müdürlüğünden aldım ve orayı da üniversitenin tanıtım ve satış bürosu yaptım. Biz almadan önce orası sarhoşların yatağıydı. Orayı pislikten kurtardım. Orada üniversitenin sosyal ve kültürel duyurularını da yaptık. Özel olarak basılan kitapların satışını yaparak yazarına verdik. Ama benden sonra orası fonksiyonunu yitirdi.   

Hem kütüphaneci hem de basımevi tecrübenizle YÖK’ün de dikkatini çekmişsiniz?

Benim diplomamda da Doğramacı’nın imzası var. Doğramacı’nın vekili de Neşet Çağatay Hocamdı. Neşet Hocam, İhtilallerde zorda kaldığı zaman bana telefon eder, “Hasan araba gönderiyorum gel” derdi. O zaman Meram’da oturuyordu. Konya’yı bilmediği için, üniversitenin daha acemisi olduğu için bazı konuları istişare ederdik. Neşet Hocam buradan Yüksek Öğrenim Kurumuna (YÖK) üye olarak gitti. Benim de bir acım vardı. Fransız üniversitelerinin müstakil bir basımevleri ve yayınevleri vardı. Orada Kösej diye seri, ilmi bir yayın vardı. Her meslekte kitapları olan bu Kösej çok hoşuma giderdi. İstedim ki üniversitede de bir basımevi kurayım. Bunu gitmeden önce Neşet Hocamla kararlaştırmıştık. Zaten bundan önce Ankara Üniversitesinin ilk basımevini de biz kurmuştuk. Orada da yine vekil Neşet Hocam vardı. İnanın YÖK’e öyle bir basımevi kurduk ki hem imtihan kâğıtlarını basacak hem de 24 saatte, 48 saatte kitabı ambalajıyla birlikte basacak bir müessese idi. Kurduk ama bizden sonra dağıldı. Basımevi herhalde satıldı. Yani sadece Selçuk Üniversitesi basımevini değil YÖK basımevini de biz kurduk.

Üniversite Kütüphaneleri arasında koordinasyonu sağlama görevini nasıl aldınız?

Bununla ilgili kanun çıkınca İhsan Doğramacı Hoca rektörler toplantısı sırasında YÖK’ün kütüphanecisi Prof. Dr. Nilüfer Tuncer Hanım’a vazife vermiş. O da kütüphanecileri inceleyip en eski ve tecrübeli olarak benim adımı bildirmiş. Sonra Ankara’ya çağırdı. Aynı zamanda Hacettepe Üniversitesinin de hocasıydı. Beni bilirsiniz, süsüm yok, edam yok, havam yok; günlük kıyafetimle gittim. Nilüfer Hanım “Bak ben yeni geldim, en tecrübeli sensin, ben üniversitenin sistemini bilmiyorum, sen ne yaparsan ben onu yapmaya çalışacağım” dedi. Bütün üniversite kütüphanelerini kalkındıracak fikirler ve projeler anlattım. Altı ayda bir düzenli eğitim yapılmasını,  üniversite kütüphanelerinde toplanmayı, yardımlaşmayı, birbirimizin eksiklerini tamamlamayı, yani kitap alış verişini dile getirdim.

Bu uygulamadan sonra dış ülkelerden satışa gelen kişiler bile bizim kurultaya Katıldılar ve çok faydası oldu. YÖK’teki mükerrer nüshalar, bendeki mükerrer nüshalar eksik olan kütüphanelere gönderildi. Bu sistemden üniversite kütüphaneleri ziyadesiyle nemalandı. Çok faydası olmasına rağmen şu anda bu yapılmıyor. Zaten o kurultay da artık dağıldı.

Mevlâna Tetkikleri Enstitüsü Başkanlığı da yaptınız. O dönemden bizimle paylaşmaya değer bulduğunuz şeyleri anlatır mısınız?

Mevlâna Tetkikleri Enstitüsü başkanı olmama rağmen hiçbir zaman ilmi konuşma yapmadım. Çünkü idareci olduğum için o mevkide ilmi konuşma bana düşmez dedim. Haddimi bilirim. Şimdi devlet görevim olmadığı için şahsi olarak bir şeyler söyleyebilirim. Mevlevilikte iki yol var. Birinci yol Mesnevi’den ileri gelir, Mesnevi’nin bir nüshası Veled nüshasıdır. Bir nüshası da Hüsam nüshasıdır. İki nüsha da aynıdır ama kelimelerde ufak tefek teferruat vardır.  Bildiğim kadarıyla bu iki nüshanın karşılaştırması da Bekir Şahin’indedir.

Mesnevi’nin bir nüshası Yusuf Ağa Kütüphanesinde, duruyor. Zannederim o cildiyle filan Kanuni Sultan Süleyman devrine ait. Hem Hüsam hem de Veled olan eski bir nüsha… Üzerinde derkenarlar var, hamişler var. Mevlâna Tetkikleri Merkezi, üniversiteler bunun üzerinde çalışmalı. Bu karşılaştırmalı nüshayı bizim basmamız gerekir.

Bir şey daha söyleyeyim, Mesnevi’nin İran’da basılan bir nüshası daha var, onun içinde yedinci cilt de var. Ayrıca bu kitapta Garibul Mesnevi de var. Yani bu kitap içerisinde Mesnevi’de geçen zor kelimelerin anlamı da var. O nüshayı İranlı bir diş doktorundan aldım. Doktor, Şah’ın yakınıydı. Şahla birlikte Amerika’ya gitti. Her sene gelip bir ay burada kalırdı. Kitabı ondan zorla aldım. Sonra cilt yaptırdım. O nüsha benim kitaplığımda duruyor. Kitabın içerisinde Hüsam nüshası, Veled nüshası, Garibu’l-Mesnevi, Mükaşefetü’l-Mesnevi var. Mükaşefetü’l-Mesnevi’de başını söylediğin zaman Mesnevi’nin beytini bulursun. Mevlâna’nın eserleri hakkında İran’da yazılmış yegâne nüsha, oldukça da kalın bir kitap.

Uzun yıllar kitâbiyat üzerine çok çalışıp emekli oldunuz. Bilgi ve birikiminizle de Aydınlar Ocağı Başkanı Dr. Mustafa Güçlü sizi “Konya’nın Hafız-ı Kütüb’ü” olarak adlandırdı. Emeklilikten sonra neler yaptınız?

Konya’nın kültür adamlarıyla çocukluk yıllarımdan beri hep iç içe oldum. Emekli olduktan sonra da özellikle Koyunoğlu Kütüphanesindeki İkindi Sohbetlerine, Aydınlar Ocağı’nın programlarına devam ettim. Bu arada Konya Büyükşehir Belediyesi “Bana Konya’yı Anlat” kitap serisinde bize de yer verdi. Böylece hayatımız ve hatıralarımız genel olarak kaydedilmiş oldu. Herkese ilgi ve alâkasından dolayı teşekkür ediyorum.

**