Bir Yaban Erik Ağacı vardı, on binlerce meşe ağacının içinde tek başına yaşayan... Dikenli dallarından başka kendini koruyacak bir tane bile silahı yoktu. Ne sohbet edecek bir arkadaşı ne bir eşi ne de kendine benzeyen bir tek ağaç vardı etrafında. Kimseye zarar vermeden, kimsenin dedikodusunu yapmadan, kimseye dert yanmadan yaşayıp giderdi.

Baharda papatyaların açmaya başlamasıyla birlikte o da; bembeyaz mı desem, hafif yeşile benzeyen ya da sarıyla karışık bir renk mi desem işte öylesine güzel, öylesine ekşimtırak çiçekler açardı yapraklarının arasından.

Baharın ilk müjdecisiydi Yaban Erik Ağacı... Arılar, ballarının tadını çeşitlendirmek için onun çiçeklerine de konarlardı. Kelebekleri kendine çeken bir güzelliği vardı Yaban Erik Ağacı’nın. Bülbüller de ziyaret ederlerdi sıklıkla...

Çiçekleriyle bir gelin gibi süzülen dallarını çocuklara ve kuzulara sergiledikten sonra yavaş yavaş yemyeşil, küçücük, çiçekleri gibi ekşimtırak meyvelere dururdu mayıs ayının ortalarına doğru. Çıtır çıtır bir tazelikle köy çocuklarına sunardı henüz çiçeği burnunda meyvelerini...

Başka meyve bilmezdi köyün çocukları. Ne elma ağacı vardı köylerinde ne armut ağacı ne de başka bir meyvenin ağacı... Ömürlerinde, ne kirazın tadından ne de vişnenin adından haberdar olmamışlardı hiç. Portakal ve mandalina gibi meyvelerin varlığından bile habersiz yaşar giderlerdi, meşe ağaçlarıyla kaplı, küçücük, taş duvarlı, toprak damlı evlerden müteşekkil, çamurdan sokakları bulunan köylerinde... Uzak dağların başlarında, bir yaban armudunu (ahlat) bilirlerdi bir de kırmızı ve sarı renkte olan alıcı...

O çocuklar meyve dünyasını; Yaban Eriği Ağacı’nın verdiği çiçeği burnunda eriklerden ibaret sanırlardı.

Damaklarında, bir yıl önceki mayıs ayından kalma yaban eriğinin tadı olurdu ve her yılın mayısında bir önceki yıldan kalma tadının etkisiyle, Yaban Erik Ağacı'na koşarlardı hep. Dedim ya o, henüz çiçeği burnunda meyvelerini cömertçe sunardı çocuklara...

Bundan başka, bembeyaz tüyleriyle körpe kuzular hep onun gölgesine sığınır, tazecik körpe vücutlarını güneşin sıcaklığından onun sayesinde korurlardı. Mis gibi kokan çiçeklerinin kokusuydu belki de kuzuları kendine çeken. Belki de yalnızlığıydı, kimseye zarar vermeden, sevgi ve şefkatini kimsenin anlayamadığı bir duyguyla kuzulara ve köy çocuklarına verişi.....

Yaban Erik Ağacı, her yıl tekrarladığı ve baharı doya doya herkese yaşattığı hayatını böylece sürdürür giderdi.

Kış gelince onun hatırını soran olmazdı hiç. Ne kuzular gölgesine sığınmak için ona muhtaçtılar artık ne de çocuklar çiçeği burnunda meyvelerine... O, bir başına meşe ağaçlarının arasında, yapraklarını da rüzgara kaptırmış bir garip Yaban Erik Ağacı olarak titreye titreye baharın gelmesini beklerdi. Ne dibine bir miktar sıcak koyun gübresi döken olurdu ne de onu “sarmalasın, soğuktan korusun” diye gövdesine bir parça bez saran...

Papatyaların açmasıyla birlikte çocuklar ve kuzular, 1985’in Nisan'ında yine koştular Yaban Erik Ağacı’nın mis gibi kokan çiçeklerini koklamaya ve gölgesinde güneşin sıcaklığından körpe vücutlarını korumaya...

Nefes nefese vardılar Yaban Erik Ağacı’nın yanına. Fakat o da ne? O, bu sene ne çiçeklerini açmış ne de yemyeşil yapraklarıyla kuzulara gölgelik hazırlamıştı. Ne dallarında takat vardı ne yapraklarında ufak bir kıpırtı... Sadece, havalar ısınmaya başlarken özündeki azıcık canını dışarıya salmak istemiş, tomurcuğa durmuş ama mecali onları çiçeğe dönüştürmeye dahi yetmemişti ne yazık ki... Gövdesinde oluşan yaradan, damarlarında dolaşan "kanını", “erik yağı” şeklinde dışarıya çıkarıvermişti.

Çocuklar, gözlerinden süzülen yaşlarla birlikte, “erik yağları”nı toplayıp bir kutunun içine doldurdular. Yaban Erik Ağacı ölürken bile çocuklara faydalı olsun diye yağlarını içinde saklamamış ve dışarıya çıkarmıştı. Biliyordu ki çocuklar; yırtılan defterlerini ve kitaplarını yapıştırmak için o yağı kullanıyorlardı.

Erik Ağacı, çocukları boynu bükük, kuzuları gölgesiz bırakıp, hayatını böylece noktalayıvermişti.

Bundan gayrı ne kuzular gölgesinde uyuyabilecek, vücutlarını ona yaslayabilecek ne de meyveye hasret çocuklar baharı bekleyip daha çiçeği burnunda tattıkları meyvesini tadabileceklerdi...

Ne yazık ki Yaban Erik Ağacı, sevgisizlikten midir, vefasızlıktan mıdır bilinmez, hayata veda edip gidivermişti o kışın ortasında. Asıl kıymeti de o öldükten sonra anlaşılmıştı.

Tıpkı, nice değerlerimizi yaşarken horlayıp, öldükten sonra göklere çıkardığımız gibi... Yaban Erik Ağacı’nın da, kuru dallarına bakıp bakıp geçmişteki anılarını sıcak tutmak için ismini kullanıyorlar şimdi. Zaman zaman da duygusallaşıp gözyaşı dökerek...

Yaşarken değer vermediklerimize, öldükten sonra değer vermişiz ne anlamı var?