Genel manada duygusal bir insanım. Ancak, insanın yaşı ilerledikçe daha mı bir duygusal oluyor bilemiyorum. Devamlı surette olumsuz cümleler kurulmasından, olayların hep menfi yönleriyle ilgilenilmesinden, buzdağının insanı üşüten ve o görünen kısmından yani sürekli olarak karlı buzlu cephesinden bahsedilmesinden rahatsızlık duyarım.

Öyle insanlar tanıyorum ki, hayatta hiçbir şeyden mutluluk duymayan, güzellikleri ısrarla görmek istemeyen, tatminsiz, doyumsuz ve etrafına hep negatif enerji yayan… Hayatında; insanlık adına, yardımlaşma adına, sevgi adına, mutluluk adına bir tek parmağını bile kıpırdatmamış, ruhuna güzellikler yaşatmamış, gözlerinde ışıltılar oluşturmamış, hiçbir maddi külfet gerektirmediği halde bir çocuğun başını dahi okşamaktan hep geri durmuş, böyle bir konuyu aklının ucuna bile getirmemiş insanlar tanıyorum… Siz de tanıyorsunuzdur mutlaka.

Attığı her adımın ilerisinde, sadece cebine girecek olan parayı hayal etmiş, maddi karşılığı olmayan hiçbir faaliyete bulaşmamış… Toplumsal fayda gerektiren bütün konulardan uzak durmuş, ne önden gitmiş ne arkada kalmış, hep ortalarda idare etmiş, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diye sürekli olarak bencillik içeren dualar etmiş, hayatında hiçbir zaman “gönüllü pilav yemeye dahi gitmemiş…”  “Her koyunun kendi bacağından asılması gerektiği” felsefesinden bir santim dahi uzak kalmamış, menfaat ehli öyle çok insan var ki etrafımızda… 

Zaman zaman insan olmanın doğası gereği içinde beliren sevgi kırıntılarını dahi maddeye dönüştürme çabasında olan insanları her birimiz en yakınımızda görmüş, bu duygusuzlukları hissetmiş, “bu kadar da olabilir mi ki?” diye kendi kendimize sorular sormuşuzdur.

Bazı hayvanların bile sevgi, hüzün ve mutluluklarını belli etmede birçok insana fark attığı hususunda yazıları okumuş, resimleri görmüş ve filmleri izlemişizdir mutlaka… 

***

Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyünde geçti çocukluğum. On bir- on iki yaşlarımdaydım. Elli-altmış civarında koyun ve keçimiz vardı. Onları dağa götürüp gütmek için mahallemizdeki diğer davar sahipleri ile beraber bir sistem geliştirilmiş… Her on davar için bir “keşik” yapılırdı. Yani on davarı bulunan biri davarı bir gün dağa götürürdü… Elli davarı varsa beş gün…

Sabah erken saatlerde, yüz elli-iki yüz civarında davarı önüme kattılar ve meşe ormanlarıyla kaplı köyümüzün dağlarına doğru sürdüm onları. Bazı mevsimlerde davar, sabah dağa gider akşam köye gelir, bazı zamanlarda öğle sıcağında eve gelir serin zamanlarda, gece de dâhil dağda kalırdı. O yaşlarımda ve uzun gecelerde bazen yalnız başıma, bazen de iki arkadaş birlikte olmak üzere çok kaldım dağlarda… 

O gün için sabah dağa gider, akşam eve gelirdi davar. Zira kuzulama mevsimiydi. Köyün çocukları kuzulama mevsiminde dağdaki davarlara yakın mesafelerde dolaşırlardı ki, koyun ya da keçi yavruladığında çobanın sesini rahat duysunlar ve yavruyu sahibine götürüp karşılığında bir tane yumurta alsınlar… Çoban hangi bir yavruyu kucağına alsın da akşamlara kadar dağlarda dolaşabilsin…

Keşik bizdeydi. Akşam olunca davar zaten zamanını bilir ve köye doğru yönelirdi. Yine öyle oldu. Fakat kendi keçimizin bir tanesi sürekli olarak davarın arkasından gidiyor ve durup durup geriye dönüyor ve meliyordu. “Hayırdır inşallah” diyerek hem buna bir anlam vermeye ve hem de davarı köye ulaştırmaya çalışıyordum.

Aklıma “keçinin yavrulamış olabileceği” de geliyor ama davarı ekili arazilere zarar vermeden köye bir an önce ulaştırmam gerektiğini de biliyordum. Keçi ve koyunlar köyde her kimin malı ise zaten kendiliğinden o evlere dağılırlar... Yani hayvanlar kendiliklerinden ait oldukları ağıllara girerler. Böyle bir de düzen ve alışkanlıkları vardır. Hiç birisi bir başka yabancı ağıla girmezler.

Öyle de oldu bütün koyun ve keçiler kalacakları yerlere girdiler. Ancak bahsettiğim keçi bir türlü ağıla girmedi. Sürekli olarak meliyor ve geldiğimiz istikamete doğru yöneliyor sonra geri dönüyor etrafımda dolaşıyor ve bana sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Babam ve annem hemen durumu anladılar ve “keçinin yavrulamış olduğunu” söylediler. 

Keçi tekrar geldiğimiz yöne doğru yöneldi. Ben de ardından yürüdüm. O gitti ben gittim. Üç kilometre mesafedeki patika yoldan ilerledik. Ulu Güney mevkiine geldiğimizde yoldan saptı ve Üçpınar Tepesi istikametine doğru yöneldi. Bir kilometre kadar daha ormanın içinden, taşlık ve kayalık araziden ilerledikten sonra doğum yaptığı ve yalayıp kuruttuktan sonra gizlediği kayanın dibine geldik.  Bizlerin sesini duyan oğlağın melemeye başladığını duydum. Sanki annesi, “yabani hayvanlardan korunması için” özel bir şekilde uyarmış ve oraya gizlediği şekilde durmasını ve asla ses çıkarmamasını tembihlemişti. O mevkie yaklaştığımızda, keçinin koşarak bir an önce yavrusuna ulaşma arzusu görülmeye değerdi.

Benim de yavruya ulaştığımız andaki duygularım ve gözyaşlarım görülmeye değerdi. Şu an yine paramparçayım doğrusu…

Geçenlerde bunun birebir aynısı bir olayın bir Yörük kızı tarafından cep telefonuna kayda alınmış olduğunu gördüm. Hem izledim hem duygulandım. Yukarıda anlattığım hikâyeyi başından sonuna kadar yeniden yaşadım. “Benim hikâyemi filme almışlar” diye düşündüm ve yazmaya karar verdim. İşte yazıyorum.

Yazarken, aklıma yazının girişinde bahsettiğim insanlar geldi. Gerildim, üzüldüm, yutkundum… “Bu keçi kadar olamıyoruz” dedim kendi kendime…

Ne olur; sevgiden, şefkatten, merhametten ve bütün insani değerlerden uzak kalmayalım.