Hastalığın adı; “dolduruşa gelmek...” 

Buna daha isabetli bir açıklama getirecek olursak, maalesef “vur deyince öldürmek” deyimi tam da karşılıyor gibi. Daha da katkı yapmak istersek bu durumumuza eğer,   ifrat ve tefritte kimsenin elimize su dökemeyeceğini söyleyebiliriz.

Çok duygusal bir yapımız var millet olarak. Duygusallığın insani tarafını düşündüğümüzde bence zaten olması gereken bir vasfımız olduğunu söyleyebilirz.  Yoksa etrafımız, açlıktan inim inim inleyen insanlardan geçilmezdi. Duygusallığımız ve dolayısıyla bunun dışa vurumunun bir sonucu olarak duyarlılığımız, “komşusu açken tok yatmamak gerektiğine” dair manevi bir kültür alt yapımızın varlığını hemen gösteriveriyor.  

Ancak bu olumlu etkileri yanında duygusallığımızın bize verdiği çok büyük sorunlarla da karşılaşıyoruz. Yazımın başlangıcında “dolduruşa gelmek” deyimini kullandım. Evet, çok kolay bir şekilde dolduruşa gelebilen bir yapımız var. Bu durum neredeyse “hastalık” derecesinde nüksediyor bünyemizde…

Siyasette olsun, ticarette olsun, inanç dünyamızda olsun ve hayatın diğer alanlarında olsun, birisi bir toplumda cümbüşü eline alıp çalmaya başlayınca öyle can kulağıyla dinliyoruz ki onu, ne söylediğinin içini doldurmadan, kafamızda bir değerlendirme yapmadan, pembe pembe hayallere dalıp kısa yoldan zengin olmayı, meşhur olmayı, alim olmayı, makam ve memuriyet sahibi olmayı düşleyiveriyoruz.  Dolduruşa geldik mi de bizi tutabilecek hiçbir kuvvetin varlığına inanmıyorum ben.

Bir siyasetçiyi geçmişte ne yapıp yapmadığına bakmadan, tipine, endamına, güzel konuşmasına, giyim ve kuşamına bakarak aşık oluveriyoruz kendisine. Artık o, bizim nezdimizde haşa neredeyse bir “ilahtır” ve ne söylüyor olursa olsun doğrudur, yanlışlarını görsek dahi o bizim idolümüzdür ve öylece de kalmalıdır.

Dini hayatımızda, bir hoca efendinin peşine düşüp ondan Cennet’i garantileme de dahil ağzından çıkan her bir söze kayıtsız şartsız biat edebiliyoruz.  Her cenahta “mankurtlaşmış” bir durum var maalesef.

Ticari hayatımızda, birisi bize kısa yoldan zengin olma dersleri vermeye kalksa,  beynimizi bir tarafa bırakıp peşinden koşabiliyor, kendimizi yaktığımız gibi bize güvenen birçok insanın da “kanına girip” ömür boyu çekeceği ıstırapların kaynağı olabiliyoruz. Bankerlik, saadet zincirleri, danabank, sütbank, ve sair örneklerde olduğu gibi.

Ve daha dün ölümüne bağlandığımız insanları, hakkında olumsuz bir tek laf ettirmediklerimizi, tarihte gelmiş geçmiş kahramanların en başına yerleştirdiklerimizi, kısa sürede harcama kabiliyetimiz de hastalığımızın bulaşma aşamasındaki asıl mikroplardan kaynaklı olduğunu da ne yazık ki bilmiyoruz.

Toplum içinde; sorgulayıcı, duyduklarımızın doğruluğunu yanlışlığını araştırıcı, konuları analiz edici,  bize sunulana alternatif karşı fikirler geliştirici, kıyaslayıcı, eleştirici bir yapıya bürünmemiz her şeyden önce çok okumakla sağlanacak bir şeydir. Ama bunu sağlamak da sanırım daha on yıllarca sürede mümkün olmayacak gibi… 

Kültürel yapımızdaki olumlu her türlü değerimizi koruyarak, beynimizi geliştirici, kişiliğimizi sağlamlaştıracak, çocuklarımıza neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretecek bilgilerle donanmamız elzemdir. En azından buna gayret etmemiz her türlü saplantının ve bizi kullanmak isteyenlerin önüne konulacak en büyük engel olacaktır.

Birilerine bir şeylere körü körüne bağlanmak, sonra onu kaybettiğimizde zihinsel travma yaşanmasına sebep olur ki, asıl “hastalık” da budur ve mutlaka ölümcül bir darbeyi yemek an meselesidir.

Allah korusun.