Bilinmeyen, her daim ilgi çeker.

Bilinenin yüzü eskidir, ilginç gelmez.

Yabancı daima rağbet görür, 'hürmete layık' görülür.

Yerli göz önündedir, her şeyiyle bilinendir, merak edilen bir yönü yoktur.

Anadolu'daki tabirle, 'dalağı dışında olmak' saygınlığı düşüren bir özelliktir aslında. Ketum davranan kişi, gizemli bir hazine zannedilir hep. Kapalı kutular daima ilgi odağıdır.

İdeal bir tavır olması ve takdir edilmesi gerekirken, 'gönlü ile gözü aynı noktaya bakan', kafasında gizli bir ajandası olmayan, yüreği sevgi ve muhabbetle dolu insanların hep ikinci sınıf muamelesi görmeleri, onların ‘her söyleneni dinleme gibi özelliklerinin bulunduğunu’ kabul etmek, uyuşuk bir toplum üretmekten yana kullanışlı bir kanıt olarak görülmüştür. Memleket; uyanıkların, gözü açıkların at koşturduğu bir alan sayılmıştır sürekli olarak.

İster muhafazakâr isterse kendini ilerici gören belli kesimler, Batı hayranlığını kendileri için yaşam biçimi yapmışlar, Batı ülkelerinde doğan, aynı zamanda oranın vatandaşı olan çocuklarıyla övünmüşler, ülkemizde doğan evlatlarını ise Batı'ya gitmeleri hususunda adeta teşvik etmişlerdir. Ülkeyi fakir fukara bırakarak bizzat dışarıya gitmeyi haklı gerekçelere dayandırmışlardır. Ben bunları hep bir planın parçası olarak görmekteyim şahsen.

Sonra da milletin karşısına çıkıp “kendilerinin ne kadar da vatan sever olduklarını”, “cumhuriyetçi olduklarını”, “Müslüman olduklarını”, “Atatürkçü olduklarını” övünerek anlatma ihtiyacı hissetmişlerdir.

Halbuki 'vatanını en çok sevenin, vatanı için en çok konuşan değil en çok çalışan olduğunu' bilmek dahi istememişlerdir. Hep 'Yörük sırtından kurban keserek' vatanseverliklerini dillendirmişler, vatanı ve milleti belli bir azınlığın yönetimine layık görmüşlerdir.

Halkı hep 'çocuk doğuran', doğurganlıklarını aşırı gördüklerinde de 'nüfus planlaması' zırvasıyla dizginlerini çeken, askerliklerini yapan, vatan-millet için şehit olan, ilkel yöntemlerle buğday eken ve hasat yapan, memleketi yönetenlere ekmek yetiştiren 'cahili cühelâ güruhu' olarak konumlandırmışlardır.

Kibir abidesi, millete tepeden bakan insanların sürekli olarak pohpohlanması hep bir ezilmişliğin, korkaklığın, kendine olan güvensizliğin, onları “farklı insanlarmış” gibi görmeleri için de zemin hazırlanmıştır. Bu tavırlar hep yerliye karşı tutum geliştirmek için yöntem olarak seçilmiştir.

Halbuki “kibirli insana kibirli davranmak sadakadır” diyen bir kültürün sahibiyiz bizler. Zamanla bunları öğrenenlerin sayısı arttıkça kendini kibir abidesi görenlerin rahatsızlığı da buna paralel bir şekilde artış göstermiştir doğal olarak...

Geleneklere, töreye, kısaca kültürümüze uygun olarak ortaya çıkmış olan; efendiliği, yufka yürekli, vicdan ve merhamet sahibi olmayı kısaca insan gibi davranmayı hep bir zafiyet imiş gibi değerlendirenlerin, zaman geçtikçe toplumda artan okumuş yazmışlıktan, alt tabaka gruplarından gelen yetişmiş insan yoğunluğundan rahatsız olmaları, hep sorun teşkil etmiştir bunlar için... Zira ‘ekmek elden su gölden’ geçinip gidiyorlardı. “Bu, ‘dağdan gelip bağdakini kovmak’ anlamına gelen yeni durum da nereden çıktı şimdi?” diyerek rahatlarının bozulmaya başladığını hisseder olmuşlardır.

Kendi koltuklarının bir kısmının onlar tarafından işgal edilmeye başlanması ve giderek koltuklarını kaybetme korkusu oluşturmuş ve bu durum onlar için hep bir rahatsızlık vesilesi olmuştur.

Bu defa da koltuklarını kaybetmemek ya da kaybedilmiş koltuklarına yeniden ulaşmak için çok acımasız yöntemleri kullanma ihtiyacı hissetmişlerdir. Darbeler, muhtıralar, ihtarlar, mektuplar hep bu nedenle ihdas edilen yöntemler haline gelmiştir.

'Zarfa değil, mazrufa bak' sözü gerçeğin tezahürüdür.

Demem o ki bizlere ‘yerli’ ve ‘milli’ olmayı öğütlerlerken kendileri hep yabancı markalarla haşr-neşir olmuşlar, rahatlarının, huzurlarının bozulacağı korkusuyla, ‘herkesin haddini bilmesi gerektiği’ gibi, sınıfsal oyunlar kurmaya çalışmışlardır. ‘Yerli’ ve ‘milli’ tabirlerini işlerine nasıl geldiyse o şekilde kullanmışlar, bu tabirlere; fayda umdukları ve faydalanabilecekleri şekilde biçimsel anlamlar yüklemeye çalışmışlardır.

Mesela, sporda yabancı oyuncuların çokluğu, kaliteden ziyade bir akımın moda oluşundandır. Kaliteyi sağlamak onu kaliteli hale getirmek için yol yöntem belirleme, eğitim verme, yetiştirme gibi seçenekler zor seçeneklerdir. Bunu yapmak yerine, hazır, yetişmişe bel bağlamak, kolaycılığı seçmek, hazıra konmak daha tercih edilen bir yöntem olarak çıkmıştır karşılarına...

Bu nedenle, yabancılara olan hayranlıkları yüzünden, keşfedilmeyi bekleyen nice yerli sporcu heder olup gitmiştir, gitmeye de devam etmektedir.

Aslında bu anlayış her alanda böyledir.

Edebiyatta, resimde, heykelde, müzikte, romanda, şiirde hemen her sanat dalında... Sanki dışarıdan gelenler bu sanat dallarını dünya zirvesine taşımışlar gibi onlara sıkı sıkıya sarılmaya devam edilmiş/edilmektedir.

 

Sadece yabancı hayranlığı mıdır bunların sebebi? Elbette değildir, kaliteyi arayan da onu hazır bulma gibi bir kaygı vardır ama yerliyi kaliteli hale getirmek, yerliyi tanıtmak, yerliye harcama yapmak ve onu geliştirmek zor olan bir yoldur. Hep hazıra konma fikri ve 'yabancı yaparsa iyisini yapar' ön yargısı yerliyi hep yetim hep öksüz bırakmıştır. Tabancıya edilen masraf yerliye edilse belki de daha üstün verim elde edilecektir ama kim uğraşacak yerliyle” anlayışı hakimdir hep. Bu nedenle tarımda yerli tohumlar bile terk edilmiş bir dönem...

Yerlinin önü daima tıkanmıştır. Önüne sürekli olarak bentler örülmüştür. Zaman zaman çok amatörce olsa da bir sistem geliştiren, icat yapan kimseler cezalandırılmaya tabi tutulmuşlar, girişimlerinden dolayı nedamete uğratılmışlardır.

Dönem dönem 'yerli malı yurdun malı her Türk onu kullanmalı' şeklinde sloganlarla, halka yerli malı kullanmaları hususunda empozeler yapılmış, okullarda buğday, arpa, yulaf, mısır, elma, portakal, basma, pazen gibi ürünlerle ilgili yerli malı köşeleri oluşturulmuştur.  'On kamyon buğday satarız bir dikiş makinesi satın alırız" şeklinde istatistiki ve iktisadi bilgiler verilerek ‘bir tarım ülkesi olduğumuz’ belleklere kazınmaya çalışılmış ve 'biz buğday üretiriz, başkaları makine üretir, herkesin, her ülkenin her milletin kendine has işleri, becerileri vardır' gibi şartlanmışlıklar öğretilmiştir insanlara...

"Siz neden bir sürü masraf edip zoru tercih ediyorsunuz ki? Bizde yapılmışı, hazırı var. Uğraşmanıza gerek yok, biz size hazırını daha ucuza verelim" diyerek güya imkanlar sunan emperyalist, kapitalist düzenin boyunduruğu altına giren nice anlayışlar nice siyasetçiler gördü bu ülke... Memleketimizin her türlü bağımsızlığa doğru açılması gereken kapıların sıkıca kapatıldığına şahitlik etti.

Milli uçak sanayi, milli makine sanayi, milli harp sanayi, milli otomobil sanayi gibi sanayilerin, açılanlarının kapatılması, açılması gerekenlerin açılmaması hep bu yabancı hayranlığından kaynaklı yanlış politikalar yüzünden olmuştur.

Kendi uçağımızı kendisi yapan Vecihi Hürkuş'a kendi ülkesinin hava sahası kullandırılmamış o da uçağını parçalara bölüp bavuluna sıkıştırıp trenle Polonya'ya gidip orada uçağını uçurmak zorunda bırakılmıştır.

 

Türk Milleti hep 'biz yapamayız, biz kullanamayız, bizden adam olmaz, Avrupa yapar Türk bakar' şeklinde umutsuzluk aşılarıyla mahzun, mahcup bırakılmış, yapılan her yeniliğe karşı çıkışı, adeta 'ilericilik' diye kendisine yutturulmaya çalışılmıştır.

Çikolata, çiklet, bisküvi fabrikalarına olan teşvikler, iş toplu iğne fabrikaları kurmaya gelince hep bir aşağılık kompleksi yaratılmış, önlerine hep engeller konulmuş, “siz yapamazsınız” öğretisiyle beyinler ikna edilmiştir.

Giyim kuşamla uğraşmaktan, milletin neyi okuyacağına, neye inanacağına müdahale etmekten dolayı sanayinin gelişmesi hususunda kafa yormaya bir türlü vakit bulamamışlardır.

Millet ateş yakmak için kibrit dahi bulamazken, komşudan ödünç kor ateşi alıp ateşini öyle yakarken, 1960’lı yılların başında Almanya'ya götürülen işçiler yurda döndüklerinde yanlarında getirdikleri 'kullan at' çakmakları gördükçe bir yandan Batı'ya olan hayranlıkları körüklenmiş, diğer yandan, yurdum insanı eşeklerle tarım ve toprak işlemeye devam ettirilmişlerdir.

Daha sonraki zamanlarda ise insanca yaşama imkanlarından eğitim-öğretim, yol, su, elektrik, haberleşme, sigorta v.s hizmetler köylerden esirgenmiş, bilinçli bir şekilde şehirlere nüfus yığılmasının önü açılmıştır. Şu an yaşanılan tarım ürünleri sıkıntısı ve hayat pahalılığı adeta teşvik edilmiştir. Çocukluğumdan beri söylediğim, “şehirlerde bir kilometrelik yol için yıl boyunca harcanan paranın çok az bir kısmı ile köylerin kalkındırılması sağlanabilir ve köyden şehre göçün önüne de geçilmiş olunabilirdi.”

Hal böyleyken, şehirlerde sanayileşmenin önünün tıkanmasına karşılık, oralarda yeterli iş sahalarının üretilmemesine rağmen, 1960’lı yıllardan itibaren bu defada önceki taktik tersine döndürülmüştür. Sanayinin önünün tıkanması gibi  tarımda da ilerleme sağlanamamış, ülkemizin, bataklığın ortasına gömülmesini temin için, köylerin şehirlere olan nüfus kayması adeta teşvik edilmiş ve “arabesk” bir toplumun oluşmasına göz yumulmuştur...

Son zamanlarda, bu sarmalın içinden çıkma çabaları ve çalışmalarının artış göstermesi umut vericidir. Savunma sanayi depolarındaki yüzde doksan beş nispetinde bulunan yabancı malzeme seviyesinin giderek aşağıya düşmeye başlamasıyla; gökyüzünde, denizlerde ve karada yerli ve milli savunma ve taarruz araç ve gereçlerinin, yerli otomobil çalışmalarının artmasıyla birlikte, ülkemiz üzerine yapılan uluslararası baskıların da artarak devam etmesinin sebeplerini okuyucularımın aklına havale ediyor, saygılar sunuyorum.