Genelgeçer doğru olarak kabul edilen; “İnsan doğar, büyür ve ölür” üçlemesine sığdırılan, hayat keşmekeşi içinde ertelenen “yaşamak beklentisi” kendini bize hatırlattığı zaman, sıraya girer bahaneler. Yetişmeye çalıştığımız mertebeler, ulaşmaya çalıştığımız emeller, kendimizi kaybettiğimiz duygular, kapılıp gittiğimiz hayaller… Ben buradayım, yaşamayı bekliyorum, sıra bana ne zaman gelecek diye hesap sorar adeta. Gerçekleşmeyi bekleyen yapılacaklar listesi sıkıştırır durur insanı. Ve birçoğu tamamlanamadan son bulur hayat. Bir geç kalınmışlık öyküsü daha avutur geride kalanları. Keşkelerle başlayan cümleler hazırda bekler. Susturulur vicdan, zaman bekçisiyle… “İnsan ruhunun pazarı, insan ruhuna kurulurmuş.” diyor bir şiirde. Kendi kendimizi avuturken bile duygularımızı pazarlıyoruz içten içe.

Son bulmasını istediğimiz bir koşuşturma içerisindeyiz. Her birimiz değerine ömür biçemediğimiz vaktin yoksuluyuz. Bölünüyoruz. Kişisel, sosyal ve toplumsal hayata aynı anda adapte olamamanın buhranını yaşıyoruz. “Her şey daha çok zaman olsun diye hızlandı. Zaman ise gittikçe azalmakta…” sözüne uyum sağlıyoruz. Hayat süregelirken açmazlarda boğulan duygularımıza çok çabuk teslim oluyoruz. Yitirdiğimiz duyguların peşinden ne çok koşuyoruz farkında mısınız? Aslında o duyguyu tekrar yaşayabilmek için bütün çabamız… Kabullenemediğimiz bir gerçek var ki hepimiz geçmiş asıllıyız. Geçmişte kendimizi daha güvende hissetmemizin sebebi alışkanlıklarımızla aramızdaki bağdan geliyor. Yaşanmışlıklara karşı yoğun bir şekilde özlem duymamızın başat nedeni belki de budur? Bilmediklerimize karşı kendimizi koruma içgüdüsüyle yaklaştığımız için kolay kolay yeniliklere alışamıyoruz. Temkinli olmak bizi her daim daha güvenilir hissettiriyor.

Planlı bir insan olmak bugüne kadar bana hiç zarar vermedi. Her zaman her duruma karşı hali hazırda bekliyor olmak, gücümü kuşanmak, beni daha yılmaz bir insan yaptı. Sorunların karşısında yenilgiye düşmemek gerektiğini aşıladım durdum kendime. Sabır tesbihini dilimle değil, aklımla çektim. Bir sonraki adımımı biliyor olmak, B planları kurtarıcım oldu. Nadirende olsa içinde korunduğum bu güç kalkanını aşan duygular yaşadım. O zamanlarda beni yeniden ayağa kaldıran tek şey geçmişin öğrettikleriydi. Çoğu zaman bundan daha kötüsünü yaşamam deyip geleceği güvence altına almaya çalıştım aklımca. Geçmişten çıkmazsam yeni zorluklarla karşılaşmam, yaşadıklarım bana yeter zannederdim. Ne zaman geçmişi değiştiremeyeceğimi anladım işte o zaman taşımayı bıraktım.  Payıma düşenleri ölçtüm, biçtim, tarttım, günlerce hesaplaştım kendi içimle, sindirmeye çalıştım ama yetmedi. Sonra düşündüm ki; ben onları taşımazsam geleceğimi gölgeleyemezler. Yükümü sırtlarken de onu bırakırken de duruşum aynıydı. En savunmasız anımda bile aklı selim kararlar vererek “Ne yaşarım’ı? unutmadan “Ne yapabilirim diye düşünmek” beni ehlileştirdi. Bin düşünür, bir söyler hale geldim. Çareyi kendimde aradım. Hayatta her şeyin birbiriyle ilintili olduğunu defaatle yineledim. Kalemimi elimle değil kalbimle oynattım. Ve sonunda huzursuzluk belirtisi taşıyan bütün duygulardan arındırdım kendimi. Bir şeylerden emin olmak nasıl da hafifletiyormuş insanı. Kişinin kendini eğitmesi için bir yerden bir yere gitmesine gerek yok.

Necip Fazıl Kısakürek’in:

Yaram var, havanlar dövemez merhem;

Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.

Ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem;

Yollar ki, Allah’a çıkar, bendedir.

dizelerinde özetlediği gibi “Kaderinizi olduğunuz yerde, olduğu gibi karşılamayı bilmelisiniz. Yolculuk içinizde olduktan sonra bütün yollar sizin…”