Ne vakittir iliklerime işleyen bir yağmur yağmıyordu üzerime. Ya ben pencere ardına gizlenmiş yalancı doğa aşığı, su meraklısı burjuva hanımı oluyordum yahut kahvesine terasın göğe açılan kısmından yağmur damlası akıtan bir meczup. Adımlarıma özür diletircesine yeri incitmeden yürürken uyuyan bir şehrin kucağında, yağmur her saat güzeldir ya, gece olmasa yarım kalır bu hikâye. Gece çıkmış iken bir seyyahlık öyküsüne, çok uzun zamandır ilk kez ıslanıyordum iliklerime kadar.
İkindi vakti, bulutların yeryüzüne yaklaşıp, ufkun görünmez olduğu, güneşin sağıldığı, merhamete yakışmaz ama havanın buz kestiği vakitte, gelmeden haber veriyor yağmur. Çaysız yağmur olmaz diyene, bu rahmete bir fincan kahve yakışır diyene, çabuk gideyim yakalanmayayım, yavaşlayayım ıslanmadık yerim kalmasın diyen herkese haber veriyor. Elçiye zeval olmaz ama yağmur başlayınca kararan bulutlar da olmasa, bu anı yaratılış vaktinden kalma bir cennet hatırası sanacak oluyor insan.
Dudaklarımı üşüten ayazı, gökyüzünde kitle olan sisi tanımasam, havada en iyi bildiğim kokuyu, suyun kokusunu almasam bilemezdim yağmurun geleceğini. Doğduğundan beri bir deniz ülkesinde büyüsem de, bu bozkır şehrinde de aynı oluyordu yağmurun gelişi. İnsan insana değil ise de benziyordu şehirlerin yağmur ile buluşması.
Aslı, kalabalık da olsa gecenin tenhalığına saklanmış bir öğrenci şehrinde yürüyorum. Sağımdaki evde goncası küsmüş bir hercai gülü, kaldırımın kenarında yaprağına toprak bulaşmış çuha çiçeği. Kış bile diyorum içimdeki cüretkârlıkla, kış bile ürkütememiş bu biçareleri.
Yağmur dedimse, kızıl kıyamet, afet değil. Yüzünü gösterse de kış gelmedi henüz. Ayaz değil, boran değil, zemheri değil. Güz. Yağmur, gülleri bile incitmeden, fasıl fasıl, ağır ağır, tane tane yağıyor.
Sokak lambalarının ışık sızan çanağına, çatılara, yaprağı toz toprak olmuş ağaçlara, en açığa, kuytuya yağıyor yağmur. Hiç düşmanı yok gibi, tek aşığı toprağı arıyor da bulamayınca kimle karşılaştıysa meydan okuyor gibi yağıyor yeryüzüne.
Alın teri yağmur kokan bir babaya, gözyaşı yağmura benzeyen anneye, daha tüyü bitmemiş olana, yaşı geçmişe, ömrü tükenmişe! Gönlü bol, asla ayrım yapmaz bir siyasetle, tek ayırdığı toprak, toprağa diğerlerinden biraz daha hallice. Yaratmak, fiillerin efendisi, inanmak, nebisi fakat en güzeli olan yağmak fiili ile iniyor yeryüzüne rahmet.
Ben kucağımda ıslanmasın diye sakladığım defter ile başımdaki haki yeşili örtü için sakınıyorum bir tek. Göğün rengine talip olup sonra da gökten gelene yüz çevirmek değildi niyetim. Evimin iç bahçesinde olsam, karışmayacak olsa yazdıklarımın mürekkebi defterimde, ellerimi göğe açıp, yaz kuraklığı bir hasretle daha çoğunu isteyecektim ya nimetin. Nefesimle ısıtmaya çalıştığım ellerimi ovuşturarak yürüyorum.
Sonra, sanki bu yağmur yazısını yazacağımı bilmişçesine, bilmiş de bizi de yaz dercesine iki siluet görüyorum karşı caddede. Birbirlerini tanımadıkları adımlarındaki utangaçlıktan belli! Birisi kadın olmanın zariflik hükmünü daha çocukken üstlenmiş gibi, ayaklarında bir incelik, gözlerinde bir utangaçlık! Diğeri delikanlı olmanın tam vakti yaşlarında, elleri gördüğümden daha da merhametli! Elindeki mor şemsiyeyi gece vakti adres soran kızın üzerine tutmuş, kendisini rahmete emanet etmiş bir küçük efendi. Gözü kilitlenmiş kızın üşüyen ellerine. Gece vakti gözlerinde ateş olsa, ısıtacak gözleriyle.
Onun gözlerindeki ateş gibi sakınıyorum bakmaktan. Yağmuru yazıyordum. Anlatıyordum da daha ne yazsam da diye düşünüyordum. Sanki bu son yazımmış ve ben kelimeleri tüketmiş gibi, yağmura diyecek bir şey bulamıyordum. Hesaba gelmez bütün benzetmeleri, ilk seferki heyecanımla son bir kez daha yazıyorum.
Yağmur yağıyor. Gökten her damlası tek heceyle af der gibi dökülüyor. Gidenlerin ayak izini temizler gibi, yollarını yıkar gibi gelenin, baş göz üstüne. İplik iplik bir ipek örtüden kayarcasına yağıyor.