Ah erkenci kuşlar…

Aceleniz neydi de rüyamın en can alıcı yerinde şakımaya durdunuz, penceremin önündeki ağaçta?

Hem dökmeden yiyin, betona yapışan dutlar yıkansa da lekesi çıkmıyor!

Asırlık pelit ağacından canhıraş inen şu sincap can havliyle neden ve kimden kaçıyor acaba?

Bu arada, sahi ben de acele etmeliyim yoksa otobüsü kaçıracağım.

Allah’ım, aynaya akseden; saçları omzundan yukarı kıvrılan, kâkülleri kaşlarına inen şu bıyığı terlememiş suret de kim ola?

Bahçemize kerpiç duvar değil; dikenli kuru iğde dallarından çit yaptık daha dün, 30 yıl sonra görenler “otantik” diyecek.

Desinler bakalım. Ne diyeceklerse desinler…

Toprak yolumuza da geçen hafta kum sermişti belediye çalışanları da mahallenin kadınları imece usulü yemek pişirip çay vermişlerdi işçilere, minnet duyarak.

Çakıllar kuma gömülünceye kadar ayağımıza biraz taş değecek ama balçıkta yürümekten iyidir.

Yol boyu iğde ağaçlarından rayihalar salınıyor sokağımıza…

Şu Ali Taşoluk Camiini görünce nasıl da keyifleniyorum ama…

Ahmet Buyurşen ustamın bir Ramazan günü kurduğu amfi sisteminin kalan son kablolarını, iftara on dakika bağlayıp mahalleye hoparlörden ezan dinletmek bana nasip olmuştu ya; bu onur bana yeter.

Bak yine fırıncı, ekmeği kasalarla dükkânın önüne indirip gitmiş de bakkal amcalar uyuyup kalmış olmalı, henüz kepenkleri kapalı.

Sabah mahmurluğunda, kapalı duran kepenklere dalgın dalgın bakıp geçerken başka başka düşünceler de uçuşur zihinlerimizde.

Biz ilk otobüslerin müdavimiyiz.

İleriki zamanlarda tasvirini bile edemeyeceğimiz tip ve modelleri nasıl anlatmalı size?

Ayşen Hoca da o tuhaf tip ve modeldeki otobüslerin müdavimlerinden…

BİR GÜN BANA “Evlâdım sen çok erken gidiyorsun, bir sonraki otobüsle gitsen de yetişirsin. Hiç olmazsa yarım saat daha uyursun” demişti.

Tabii bir şefkat bir merhamet duygusuyla söylüyordu bunları.

Bir sonraki otobüsün çok kalabalık oluşunu mazeret gösteriyorum.

Hakkın var, diyor bana; belki daha başka sebeplerimin de olabileceğini düşünse de…

O zamanın otobüslerinin iç dizaynı, konforu da gelecek zamandaki gibi alengirli değildi.

Kapı kenarından itibaren arka kapıya kadar tekli koltuklar olur ve kalabalık saatlerde tek başına oturmak bencillik sayılırdı!

Şoförün arkasındaki ikili koltuklara da üçüncü kişiyi oturtmak önemli bir ikramdı; iyilikten sayılırdı.

Benden önce binip arka beşliye oturan eczacı Ramazan, yanındaki Özer, şu gelen terzi Ayhan, arkasındaki parlament Mehmet…

Fehmi’nin ayağı aksıyor, hafta sonu yaptığımız maçta yediği tekmeden olmalı.

Rahmi, Fuat, Akman, Kavaklı Ali bir sonraki otobüse kalmış bugün.

Geç kalışları bana neden dert olduysa, birdenbire aklıma düşüveriyor işte.

Bozkırlı Mustafa bisikletine binmiş otobüsle yarış ediyor.

Bisan marka, kalın teker bisikleti efsaneydi Mustafa’nın.

Yaylı at arabalarında bu keyif olmaz len, diyordu bisikletiyle övünürken bize.

O velespit diyordu ya burada biz onun telaffuzuna takılıp kalmayalım dilerseniz.

Hafız Haydar Sevencan ve Ekrem Güden takımları çekmiş yine.

Tiril tiril ikisi de.

Hay maşallah, hay maşallah…

Hayrettin bakkal amcanın veliahtı Ali Rıza her sabah olduğu gibi yine erkenci, otobüsün camından gördüğü tanıdıklarına el sallıyor.

Dedesinin “Akkuşum” diye sevdiği Hasan Hüseyin bu sene başında astsubay okuluna başladı.

O, buralarda bulunmaz gayrı, uzun seneler zor görürüz onu.

Kuyumcu zarafetiyle Servet biniyor sonraki durakta, arkasından gülümseyerek gelen de ilk sinema arkadaşım Hasan Göktaş.

Şu da Teksas durağında yolcu bindiren otobüslerin camına tıklayıp tanımadığı insanlara tanıdık muamelesi çekip el sallayarak selam veren Göksel…

Ne muzip o Göksel, ne muzip ama.

Evlere şenlik çocuk vesselam.

Nasıl da yapışırdı cama, kendilerine el sallayan sureti tanıyabilmek için insanlar ve tanımış gibi karşılık verirlerdi, işletildiklerini bilmeden.

Zafer durağında iki kapıya birden sökün edince yolcular otobüsün amortisörleri nefes alıyor adeta…

Şu sinema ne çok vurdu kırdılı filmler gösteriyor da yeni yetme gençler afişlerin içine girecekmiş gibi dalıp gidiyorlar bakarken.

Bak yine seansın birinde Cüneyt Arkın, diğerinde Bruce Lee var.

Eh işte, yurdum insanı ne güzeldir, ne ince ruhludur.

Zamlara, zorluklara, yoksunluklara kızgın, kırgındır da bu vurdulu kırdılı filmler derdini alıyordur belki de; kim bilir…

Şuradaki gazete bayiinin önü her pazartesi olduğu gibi yine panayır yerine dönmüş.

Rengârenk spor sayfaları sabah esintisinde bayrak gibi dalgalanıyor.

Selçuk Yula’nın attığı golü ne de güzel çekmiş foto muhabirleri, bakarken insan kendisini stadyumda zannediyor!

Şu bahçesi beton duvarla çevrili, pencereleri perdeli yer Zafer Restoran…

Alaaddin Tepesi sabahın sessizliğindeyken müzik mağazalarından yayılan nağmeler, iniltiyle yürüyen otobüslerin sesine karışıyor.

Şu köşedeki beyaza boyanmış, bahçe duvarını sarmaşıkların tuttuğu iki katlı eski binada Bahattin abi ne güzel tostlar yapar ve terasında Alaaddin’e nazır bol köpüklü ayranla ne de keyif verir; o tostu yemesi…

Seneler geçse üstünden unutulmaz lezzet bunlar.

O lezzet insanı da mekânı da içinde barındırır ya; girmeyelim oralara şimdi.

Biz yolculuğumuza devam edelim yarenler.

Taksici Bahri abi ak düşmüş saçlarına rağmen güne erken başlayanlardan.

Yine elindeki bezle arabasının tozunu alıyor.

Taksici Bahri demek, arabasına gıcır gıcır bakan canti şöför demek…

Mahallenin hem muhtarı, hem bakkalı hem de taksicisi olan nadir şahıslardan Şaban abinin arabası durakta ama kendisi yok, belli ki sabah müşterilerini henüz dükkândan savamamış.

Yorgancı Naci ile fotoğrafçı Yaşar ağabeyler her zamanki gibi yine sabah meşveretindeler.

Kalfaları dükkânı açmış da kuaför Fazilet abla erkeksi edayla yeni geliyor ve “Hayırlı işleriniz olsun ablam, gününüz güzel geçsin” diye sesleniyor gelip geçene.

Yılların kıdemlisi saatçi Nuri ağabey göz çukuruna yerleştirdiği büyüteç ile kim bilir hangi antika saate can vermenin derdinde.

Mandıracı Yaşar abi bizi görünce elindeki fırçanın sapına yaslanıp “Kaptan Şevket, ampul gibi topu 90’a nasıl astı gördün mü?” derken sevinçten nara atmamak için zor tutuyor kendini.

Balıkesir’i son dakikada yenmiş Konyaspor, keyfimiz gıcır. Hele o Ahmet Sarı üstadın yarım sayfa basılan gol fotoğrafı yok mu, offf…

Tam çerçevelik.

Çaycı Cafer abi dudaklarına kıstırdığı uzun Samsun’u hiç indirmeden konuşup, bitirebilme yeteneğine sahip bir tiryaki.

Yine ağzında sigarası ve iki elinde tepsisiz beş çay ile çıkıyor tül perdeli kapıdan…

Önce yolların fatihi kaptan Cafer çıkıyor karşı apartmandan üniformasıyla, hemen ardından polis Baki iniyor sokağa.

Biri İzmir’in, diğeri karakolun yolunu tutuyor.

Kuaför Ramazan Ustanın kalfası İsmet, günlük temizliği yarılamış bile, “Sizi tembeller, yine geç kaldınız” diyerek karşılıyor yeni gelenleri.

Selahattin Şenses Elektronik’in kepenk demirlerini yeni söküyor.

Bozkırlı Bakkal Yusuf ağanın oğlu Ahmet, babasının üç tekerlekli ile halden getirdiği sebzeleri dizerken kapı komşusu Bakkal Şaban dükkânı küçük oğlu Saim’e emanet edip durağa gidiyor.

Karşı apartmandan da büyük oğlu Ahmet yenice çıkıyor kapıdan.

Perdeleri hiç açılmayan şu büro ise ünlü müzisyen Timur Alpsakarya’nın güftelerine can verdiği mekân.

Çoğunlukla İstanbul’da olur, buraya da gelir ara sıra.

Şu küçük dükkân ayakkabıcı İbrahim Ağanın.

“Düşmandan önce ayağınıza iyi bakın” kelâmı ondan mülhemdir.

Şu köşedeki dükkânın kalfaları Mustafa ve Ramazan sağlam ikilidir.

Ustaları da Kadir ağabeydir ve vakti gelince benim de hayatıma yön verecektir.

Köşe başında sanki gür sesiyle “İyi saatte olsunlar abem”” diyerek Sadrettin çıkacak gibi oluyor, ama yok.

Ya kapıcılar kralı Aziz nerelerde?

“Gel çayları ben söylüyüm ama simitler senden” diyecekti hani?

Sağa sola şaşkın şaşkın bakınırken bir el dokunuyor omzuma, “Birini mi aradın dayı?” diyor, dayılığı hiç tatmamış birine.

“Kadir ustadan, Ahmet ustadan, Bakkal Yusuf’tan ya da mandıracı Yaşar’dan haber var mı?” diye sorunca da başka galaksiden gelmiş birini görmüşe dönüyor çehresi ve “Kafa mı buluyon?” dayı diyerek dile getiriyor şaşkınlığını.

“Zamana sahip çıkın diyerek” aşağı, şu devasa iş merkezinin dikildiği çukurdaki fırına doğru yürüyordum ki penceresi açık evden önce perdeler kapılıyor rüzgâra ve peşi sıra söz ve müziği Ali Tekintüre’ye ait nağmeler Hayri Şahin’in sesiyle mızrak gibi yayılıyor İnce Minare sokağa…

“Sevdiklerim taptıklarım başıma taç yaptıklarım,

Gözüm gibi baktıklarım nerdesiniz nerdesiniz…”