Tüm bu hikâyeyi ölüm kokan bir hastanenin bana tahsis edilmiş olan odasında, pencereye yanaştırdığım eski karyolada yazmaya başladım. Sırrımı kâğıt ile kaleme sattığım kadar üzerinde ölümü beklediğim şilteye de anlattım. Anlatmasam, dile gelmemiş bir hikâyenin sessizliği ile eksik kalacaktım.

Mayısın ilk haftası tamamlandığında ve pencereme her gün gelip, verdiğim ekmek kırıntılarını yiyen, göğsü mor halkalı kumru kuşu ilk kez gelmediğinde vermiştim kararımı. Oysa yaşarken bu kadar aceleci değildim.  Zaman, ayağı sakat, yaşlı bir ucube... Görünürde çok yavaş ilerliyordu ama hiçbirimiz üzerimize çökmüş olan kara büyünün farkında değildik. Bu yüzden ölüm geldiğinde bir yığın yaşanmamış eksik kalıyordu geriye.

Sabahları, pencereden sızan ışığı her gördüğümde ve bu aydınlığı dünküne benzettiğimde o günün de bir önceki gün gibi olacağına inanacak kadar yaşamamıştım henüz.

Yaşım ilerlemişti, otuzunu aşmış ve şiirler yazılmış bir ömrün orta safında durmaktaydım artık. Bu hikâyeyi yazarken şakaklarımda cilvelenen beyazlar o zamanlar henüz yoksa da, “gencim” demenin alnımda sıralanmış hüzün çizgileriyle örtüşmeyeceği, dilimde eğreti bir kelam gibi duracağı yaştaydım. Tam da bu yaşlarda işte, yıllarca aradığım eksikliğin ne olduğunu bulduğumda, elimi başıma koyup her düşündüğümde hatırlayacak gibi olup da bir türlü usuma gelmeyen o kişiyle, bezm-i elest vaktinden bir tanışıklığım olduğunu anlamıştım. Bedenimle değilse bile ruhumla tanıyordum.  Onu görmemiş olduğum zamanların hesabının ise çok çetin olacağını biliyordum.

Henüz daha ermemişken bu bilgiçliğe, şubat ayında bir gece dolunayı izlediğimin sabahı fakülteye gitmek için hazırlanıyordum.  Hava soğuktu, ya ensemden boşalan ter de neyin nesi, bir türlü anlam verememiştim. Aynadan bana bakan bu yorgun yüzü, hicaz makamı gibi gelen bu çaresiz nefesi, bileğindeki saati taşırken yorulmuş ince esmer elleri, pahası verilmiş de henüz yerleşilmemiş bir toprak gibi seyrederken uzaktan, o güne değin benim bedenime ait olabileceğine ihtimal bile vermemiştim.

Neydi yüreğime düşen bu ince sızı, neydi kederin bu denli zarif oluşu? Nedendi başıma geldiğinde gama müptela olacağımı bilsem de gelecek olanın vuslatına susamış olan bu arsız bekleyişim.

 Kaderde yazılı olan hiçbir şeyin ertelenmeyeceğini biliyor olduğum için belki de geç kalmadan derse yetişeyim diye koşuyordum. Kalbimdeki seyrimeyi, daralmış nefesimin göğsümde bıraktığı devinimleri hesaba katmadan yürüyor görevin mühimlikten çok kutsal oluşu ile acele ediyordum.

Belki de bu yüzden her gün yol kenarında bekleyip yakama kırmızı bir gül iliştiren Çingene kızı görememiş, sırtında küfesi ile ömürlük bir yükü taşıyan hamal çocuğun başını okşamamıştım. Fakülteye geldiğimde ancak fark edebilmiştim, yıllardır bir kez olsun yapmadığım bir şeyi yapmış, dersime geç kalmıştım. Daha fazla gecikmemek için koşarken merdivenlerden, iyice daralmış göğsümü, tutarak çıkıyordum ki, daha önce de sık sık tekrarlanan öksürük nöbetlerinden birine yakalanmıştım. Etrafta kimsenin olmayışı korkutmaktan çok sevindirmişti beni. Koca okulda adını hiç bilmesem de ölçülü bir baş selamı ile bana saygısını gösteren, öğrencilerime, diğer müderris ahbaplarıma bu haldeyken görünmek istemezdim.

O an kendi sesimden ben bile korkuyorken, elimi ağzıma götürmüş öksürüğümü susturmaya çalışıyorken, bir ayak sesi işittiğimde merdivenlerden bana doğru inen, “keşke” demiştim içten içe üzülerek “Keşke kimse görmeseydi beni bu halde.”

Sonra neden göz göze gelmemeye çalışarak yanıma koşan kurtarıcımla, bana uzattığı suyu güçlükle içmiştim. Yaşarmış gözlerimi, kızarmış yüzümü, ben onu görmezsem eğer o da beni görmez diye gizlemeye çalışmış, yüzüne bakamamıştım bir süre. Kendime geldiğimde ise bir borç bilip gözlere emir olunmuş tanışıklığı, bir üst basamakta hâlâ eli omzumda duran yabancıya güçlükle de olsa bakabilmiştim.

Kimdi o, tanıyor muydum?

 Göz rengine kahve kokusu sinmiş, bu vahim durumda bile yanağında umut diye bir gamze cilveleşen yabancıyı, yabancı demeye utanırken aslında biliyor muydum önceden onu?

Bilmiyordum!

İsimlere olmasa da yüzlere olan bir aşinalık da yoktu usumda. Diyeceğim, hiç görmemiştim ama yine de tanıyor gibiydim. Ben değilsem de o beni tanıyor gibiydi sanki. İkimiz de çok evvelden tanışmış ve hatta bu gün için kavilleşmiş de şimdi hatırlamış gibi bakıyorduk birbirimize.

Önce bakışlarım değmişti ona, görerek hatırlamıştım. Zira hatırlamak için görmek yetiyordu. Bunu en iyi o zaman anlamıştım. Sonra sesini duymak istemiştim. Hatırlamak için yetse de tanımak için görmekten fazlası gerekiyordu. Ve tanımak isteyen en çok da sesi duymak istiyordu.

Kumru’ydu ismi.

Onun ağzından duyduğum ilk şey kendi ismi olmuştu. İsmin saltanatının ömürden uzun olduğunu biliyordum. Belki de bu yüzden en çok ismini sevmiştim. Onu kaybettiğimde ve bir daha bulamayacağımdan emin olduğumda, benden gitmemiş, hâlâ bana ait olduğundan emin olduğum tek şey ismiydi. Usumdaki her şey illetli bir hastalık yüzünden silindiğinde aklımda kalan ismi, çizdiğim tüm resimleri kaybettiğimde odamın duvarlarına binlerce kez yazdığım ismi, bitmemiş olan bütün şiirlerimin altında gümüşten bir arma gibi asılı duran ismi, ille de ismiydi en güzel olan. Ve tüm bu yazdıklarımı bir kez olsun okumak için bile sürem yokken belki de, hâlâ yüreğimin en güzel yerinde saltanatının hikâyesini kendi ismimle birlikte götürecek olduğum, yine ismi.

Bu sebeple ki, bu faslın sol üst köşesine gururla yazdığım başlık, yine onun isminden bir ödünçlüktü.

Heybetli gövdemle yığılıp kaldığım merdivenden, onun güçsüz ve çelimsiz kollarıyla kalktığımı, kalkabildiğimi, eğer kalkmasam orada öylece ölecek olduğumu yazmazsam eksik olurdu bu hikâye. Oysa Kumru’nun sayesinde onu sevmeye yetecek kadar daha sürmüştü ömrüm.

Kim olduğunu hiç bilmediğim, daha önce gönül gözümle seyre dalmış olsam da dünya gözümle görmediğim birinin öksürükten kurumuş olan dudaklarıma verdiği bir yudum suyla yaşıyordum yıllardır. Yıl dedimse öyle uzun süre değil, geceleri ikiye katlayıp sabahlıyordum ya, yine de çok olmamıştı gideli.

Diyeceğim o ki, ömrümün üstüne yaşadığım kadar daha koymamıştım henüz. Muhtemel ki koyamazdım da. Tüm bunları yazarken ve bu fasılda sadece Kumru’yu ilk kez nasıl gördüğümü bitirebilmişken, günaha yaklaşmış olan cümlelerimle yazmadan edemeyecektim. Kumru’yu görmeden geçirdiğim seneler kadar, onu biliyor olduğum, bilmekle kalmayıp seviyor olduğum süre daha yaşamalıydım.

Verilmemiş bir ömrün dilencisi olmak değildi niyetim. Ama Kumru’yu seviyor olduğum halde, üstelik de çok seviyor olduğum halde otuz yıl daha yaşamamış olsam, eksik ölecektim.