Adı Mansur bin Ammar, künyesi Ebus Se­riy, nisbesi el Mervezi ve el Bağdadi. Ho­ra­san civarında Dandanakan, Busene veya Ebiverd’den. Bir süre Basra’da ikamet ettikten sonra Bağdat’a yerleşti. Bağdat’ta ilim tahsili ve hadis rivayetiyle meşgul oldu. Yürekleri hoplatan, gözleri yaşartan ateşin bir vaizdi. Bu yüzden “Mansur el-Vaiz” diye tanınır. Bağdat’tan başka Suriye ve Mısır dolaylarında vaazlar verdiği ve bu suretle devrinde geniş bir şöhrete sahip bulunduğu rivayet edilir. Mısırlı fakih ve vaiz Leys bin Sad ile dostluk ve arkadaşlıkları oldu. Bağdat’ta Mutezile mezhebinin yaygın bulunduğu asrında onlara karşı ehli sünnet inancını savundu. Ahmed bin Hanbel ve benzerlerinin yanında yer aldı. 225/840 yılında Bağdat’ta vefat etti.

Tevbe ile zühd yoluna girişi şöyle anlatılır: Bir gün yolda giderken üzerinde “besmele” yazılı bir kağıt buldu. Yerden alıp uygun bir yere kaldırmak istedi. Fakat öyle münasip bir yer bulamayınca kağıdı ağzına atıp yutuverdi. O gece rüyasında kendisine, “Besmele yazılı kağıda gösterdiğin saygı sebebiyle Allah senin kapalı olan hikmet kapını açtı” diye nida edildiğini işitti. Bu hadise üzerine zühd ve riyazatla meşgul oldu, takva yoluna koyuldu. Tasavvuf yolundaki söz ve davranışları nefs, kalb ve takva konularında ağırlık kazanır. Derdi ki: “Nefsten selamet, ona muhalefet etmede, nefsin belası ise dediklerine uymadadır.” Ona göre erler iki gruptu: Nefsini tanıyanlar riyazat ve mücahede ile onu ıslaha çalışır. Rablarını tanıyanlar O’nun rızası yolunda kulluk ve hizmete devam ederler. Birinciler bir dereceye ulaşalım, diye ibadet ederler. İkinciler herşeye nail oldukları halde kulluk zevkiyle ibadet ederler. Biri mücadele ile meşgul, diğeri müşahedeyle. Mansur, Süleyman Peygamberin “Nefsine hakim olan kimse, tek başına beldeler fethedenden daha güçlüdür” sözünü sık sık tekrarlardı.

Kalb konusunda şöyle konuşurdu: “Kalbler ruhaniyetin merkezidir. Oraya dünyevi bir şek ve kötülük girecek olursa ruhaniyet kaçar. Hikmet ariflerin kalbinde tasdik lisanıyla, zahidlerin kalbinde fazilet lisanıyla, müridlerin kalbinde tefekkür lisanıyla, alimlerin kalbinde tezekkür diliyle konuşur.” Onun anlayışına göre ariflerin kalbleri zikirle, ehli dünyanın kalbleri tevekkül ve Hakk’a güvenle, dervişlerin kalpleri kanaatle, tevekkül erbabının kalbleri rıza ile dolu idi. Takva ile ilgili olarak şunları söylerdi: “Kulluk libasının en güzeli, tevazu ve alçak gönüllülüktür. Ariflerin en güzel elbisesi de takvadır. Halkı unutmayan, onlarla meşgul olan Hakk’ı unutur, Allah’ın zikrinden uzak kalır. Şeytan birini maskara etmek isteyince ona önce koğuculuk yapmayı öğretir. O kimse buna öyle sarılır ki, sonunda şeytan bile onun yaptığından utanır ve akıbetinden korkar. Birgün Halife Mansur’un huzuruna vardı. Halife kendisinden az ve öz bir nasihat istedi, şu karşılığı verdi:  Nimetin, nimeti verene isyan yolunda kullanılmaması, nimeti verenin nimete sahib olan üzerindeki hakkıdır. Halife Harun Reşid Mansur’a sordu:  İnsanların en alimi ve en cahili kimdir? Mansur şu cevabı verdi: İnsanların en alimi Allah’tan korkarak O’na itaat eden, en cahili de kendinden emin olarak ona isyan edendir. Şu sözü, onun bu cevabını destekleyen bir başka rivayettir: “Günah işlediği zaman üzüntü değil, sevinç duyanların hali, günah işlemekten daha beterdir.” Katı tabiatlı ve acımasız zahidlerden hoşlanmazdı. Onlar hakkında şöyle konuşurdu: “Asrımızın bazı zahidlerine şaşıyorum. Sohbetlerine devam edenlerden biri bir hata işleyecek olsa hemen yanlarından kovarlar, onun tevbe etmesini sağlamaya çalışmazlar. Fakat zalim tabiatlı kimselerin kendilerine verdikleri dünyalıkları almakta bir beis görmezler. Hem de bin bir türlü teville. Hasbel beşeriyye hata edenin kusuruna şiddet gösterip kendi kusurunu tevil etmenin hikmetini anlamak mümkün değil.” Dünyevi musibetlere sabırsızlık gösterenin din konusunda musibete uğrayacaklarına inanır, dünyevi arzularını terkedenin nimet peşinde koşma sıkıntısından kurtulacağını söylerdi. Diline sahip olursan özür dilemek zorunda kalmazsın, derdi. Allah’tan gerçek anlamıyla korkanların haşyetle ürperip vecd ile titrediğini, cezbe ile ruhunu teslim ettiğini şöyle anla­tırdı: “Allahım, işlediğim günahlar, emrine muhalefet­ten değil, nefs ve şeytanın tuzağındandır. Benim elimden tutmazsan, ben ne yapabilirim?” Bu niyazı duyunca “Eûzü Besmele” çekip “Cehennemin yakıtı taşlar ve insan­lardır, görevlileri sert ve şiddetli meleklerdir.” (et-Tah­rim, 66/6) âyetini okudum. İçerden bir çığlık duyuldu ve ni­yaz kesildi. Sabah olunca ِğrendim ki bu niyazı yapan genç ِlmüştür. Allah’tan gerçek anlamıyla korkanların hali işte budur. Birgün vaaz ederken dinleyicilerden biri, üzerinde şu beytin yazılı bulunduğu bir kağıt uzattı: “Dindar olmadığın halde dindarlıkla emrediyorsun, Halkı tedaviye kalkışan hasta tabib gibi” Mansur bu mısraları okuyunca şunu söyledi:  Sen benim sözüm ve ilmimle amel et, istifade edersin. Amelimdeki kusurumun ziyanı sana değil, banadır. Senin kadar ben de ondan rahatsızım.

Hakk yolun yolcularını şöyle muştulardı:  Ne mutlu o kimseye ki, sabahleyin kalkınca mesleği ibadet, arzusu fakr, isteği uzlet (insanlardan uzaklaşma), himmet ve gayreti ahiret, düşüncesi ölüm, azmi tevbe ve tevbesinini kabulü, ümidi ilahi rahmete nail olmaktır. Vaiz olduğu için aşkın çakmağını çakmak ve mayasında yanma istidadı bulunanları tutuşturmak için vesile arar ve şunu tavsiye ederdi: “Gittiğin her yerde çakmağı çak, olur ki bir kıvılcım sıçrar da birilerini yakıverir.” Kendi elinde tevbe etmiş, fakat sonra tevbesini bozmuş bir gence şöyle çıkışmıştı: “Bu yola girenlerin sayısını az gördün de caydın değil mi? Başka sebep göremiyorum çünkü Kendisine hitabetinin güzelliği, ifadesinin kıvraklığı sebebiyle iltifat edilmesinden hoşlanmaz ve şöyle derdi: “Beni yol üzerindeki bir zerre kabul edin, hatta o bile değil.” Ebul Hasan eş Şarani anlatıyor:  Mansur’u öldükten sonra rüyamda gördüm ve sordum: “Allah Teala sana nasıl muamele buyurdu?” Şöyle anlattı:  Allah Teala bana: “Halka zahidliği tavsiye edip kendisi dünyaya rağbet eden Mansur sen misin?” diye sordu. Ben de: “Evet” dedim. “Fakat şu kadar var ki, sana hamd, etmeden Rasulüne salevat getirmeden yaptığım hiçbir vaazım yoktur ya Rabbi” dedim. Allah Teala: “Doğru söyledin” dedi ve meleklerine emretti: “Bunu bir kürsüye oturtun, yeryüzünde şanını yücelttiği gibi semada da yüceltsin!” Bir başka rivayete göre yine rüyada görülen Mansur’a: “Allah Teala sana nasıl muamele buyurdu?” diye soruldu. O da şu cevabı verdi:  Günahlarımı bağışladı ve: “İnsanları benim zikrime teşvik ettiğin için senin pek çok günahını afvettim” buyurdu.