Şurası belki de Konya’nın en uzun caddesiydi. Et Balık’tan sonraki kavşakta başlar, kıvrıla kıvrıla Harmancık’ın sonuna kadar varır, adına da Çakılharmanlar Caddesi derlerdi. Biz bellediğimizde bu yola otobüs girmez, üstünde ışık saçan sokak lambaları bulunmazdı. “Su gelecek, elektrik gelecek, vesait gelecek de buralar şehirleşecek” derlerdi. Hepsi gelmiş, hatta okul bile yapılmıştı da biz şehirleştik zannetmiştik. Hatta ben ve arkadaşlarım el ele verip Kültür Merkezi bile kurmuştuk da zamanın Belediye Başkanı Ahmet Öksüz şahsi kitaplığını buraya bağışlama vaadinde bulunmuştu.

Şurası Şevket’in bisikletiyle mahalle maçına top yetiştirirken düşüp elimi yüzümü, dizimi yaraladığım yer. Şurası o maçta hem kaleci olup iki penaltı kurtardığım, hem golcü olup kaleciye bacak arasından penaltı golü attığım mahalle sahası.

Şurası Alparslan’dan sıra arkadaşım, birlikte sınıf başkanlığı yaptığımız Havva Pembe’nin evi… Beğenmedi herhalde bu dünyayı ve en erken gidenlerden biri oldu.

Şu tarlada Erzurumlu Süleyman’ın yaptığı uçurtma bulutlara değmiş, ipi kopunca Hasanköy’e inmişti de cümle mahalle çocukları peşine düşmüştü.

Şu sıra dükkânlardan biri önce Bakkal Necati sonra Remzi, diğeri Ali Bakkal, öteki ayakkabıcı Hasan ve yanındaki Fırıncı Hakkı’ydı. Ramazanlarda teravih sonrası kasalar dolusu içilen gazozların parasını o gün kim ödediyse kimse bilmezdi. Ben Ankara gazozundan şaşmazdım. Hele bir gün fırıncının oğlu Mustafa’nın beni Konyasporlu Ali Rıza zannedip o hafta kaçırdığı penaltı için saatlerce fırçalaması vardı ki herkes film gibi seyretmişti.

Şurası bizim sokak… İsmail ağalar, Ayşe ablalar önden gitti. Şurası Duran ağanın, şurası Zeynep hocanın eviydi. Şurada Necmettin emmi ve hanımı Muhsine abla, şurada Keçili nene, işte şurada da Kavaklı dede hanımı vardı. Bozkırlı Ümmü abla, Bulumyalı Hasan ağa da genç öldü sayılır. Baba oğul Seyit Mehmet ağalar, Arap Ali, Havva abla, Hatice, Dudu, Kadriye ablalar gideli nice zaman oldu. Sokağın iki Firdevs’i vardı, birini hastaneye gece yarısı ben yetiştirmiştim de sabah namazında salâsı verilmişti. Mevlüt ağalar kadim komşumuzdu. Kozlulu olanı bahçemizi hesapsız beller, bedeli bir demlik çay olurdu. Şerife abla anne yarımız sayılırdı. Pazarcı Mustafa amcanın konu komşuya ayıracak vakti yoktu. Fadim ablanın yüzü nedense beni her gördüğünde güller açar, sarılmadan ve methiyeler düzmeden bırakmazdı. Almanyalı Osman ağa ben göçü sarıp sokağı ter ettiğimden itibaren “Seni semtimizden götüren sebebi bilemedim gitti” diye yıllarca hayıflandı. Bu yaz onu da yolcu ettik. Erzurumlu Abdullah emminin, Taşkentli Yusuf dayının titreyen sesleri halen kulağımdadır. Şu köşedeki ev bizim; balkonda sanki annem var da “Haydi sofraya” diye seslenecek gibi. Şu parçalanmış yemyeşil bahçe Habip ağanındı. Ondaki kirazların tadı başka hiçbir ağaçta yoktu. İlk göçenlerden biri onun karısı Ayşe ablaydı. Kapı bir komşumuz Sait ağanın evi yandığında itfaiyeye haber edecek telefon bile yoktu da alevlerin ahşap damı nasıl yuttuğunu karşıdaki iğdelikten seyretmiştik, korku içinde.

Muhtar Osman’ı sırlayalı üç sene oldu da Abbas emminin toprağı daha tazedir. Fakat Keklik nene ve Musa emmi gideli çok oldu. Hele Musa emmi gideli kimseyle onun sıcaklığında kucaklaşamadık işte.

Şurada Karnıbüyük amca, şurada Nihat Hoca, şurada da Topal Hasan’ın bağı vardı. Şu camiyi ve karşısındaki okulu Ali Taşoluk amca yaptırmıştı da bahçesindeki ilk kavakları biz dikmiştik. Kaç defa kesilip yeniden sürgün verdi kim bilir?

Hasan Hüseyin Eroğlu hocanın rahlesinde başlamıştık hafızlık talimine, rahmet olsun. Öksüz Mustafa bizi Yiğityolu’ndan götürürdü Harmancık kıyılarındaki nohut tarlalarına! Siz bilmeseniz de Selbasan çayı balık kaynardı. Şimdi suya hasret olduğuna bakmayın, etrafını sel yıkardı. Şurada mahallenin beyefendisi müzeci İsmet Dinç ağabey vardı; önce terki diyar, sonra terki âlem etmiş, rahmet olsun.

Şahin Gençlik’in futbol maçlarını gıpta ederek seyreden ihtiyarlar zümresinin “File olsa biz de voleybol oynarız” diye hayıflandığını görünce soluğu önce Müdür Mustafa Günok’un yanında almış, o “Bahçe senin dilediğini yap” deyince de Beden Terbiyesi Şube Müdürü Muzaffer Tulukçu’dan rica edip hem basketbol potalarını hem de voleybol sahasını ben yaptırmıştım. Hilaf yok, ilk semt voleybol sahası desem yalan olmaz.

Şu çatısı, pencereleri sökülmüş eve önce dünür geldik, sonra şerbet içtik. Şu avlusu tarumar evde kim bilir kaç kış ayazında arabaşı sofralarında toplanıp sabahladık. “Çıkmaz sokak” diye levha iliştirdikleri şu Karaaliler Caddesi’nde kaç Ali vardı bilir misiniz? Ali Bakkal tebessümün ne büyük nimet olduğunu öğreten adamdı mesela. Şurada herkesin Muhtar anası, şurada Obruklu Hacı emmi, şurada, Hüseyin ağa ve Afet teyze, şu yer evinde de ağaççı Ömer Ali otururdu. Musa hoca öleli ne çok oldu.

Biz sıkı komşulardık. Sekiz sokak ötemizdeki insanları dahi tanır, yanlarından geçerken sigaralarımızı sırlardık.

Fark etmiş olmalısınız, ne çok isim saydım değil mi? Hadi siz de apartmanınızdaki komşuların isimlerini sayın içinizden, kimse duymadan!

Asfaltsız sokaklarımızdan belki ayda bir elinde termosla dondurmacı, bazen de yolunu şaşırmış simitçi geçerdi. Yağmurlu günlerde de İdris iteklemeli arabasıyla muşmula satın alırdı çocuklardan. Evlerimizde ne çeşme ne de elektrik vardı. Anlayın işte; televizyon, internet, hatta manyetolu telefon bile yoktu. Onlar geldikçe mahallemiz şehir oldu zannettik. Yanılmışız… Meğer bilmediğimiz sonlar yazılıyormuş. Gecenin beni uyutmadığında varmış bir hikmet. Kovanağzı yıkılırken sokaklarında adım adım dolaşıp hatıraları derdest etmek gerekmiş. Dün çok erken, yarın çok geç!